Açlık grevi: İnsanlık krizi ve hayatın değeri
Açlık grevindeki eylemciye hayatın yaşanmaya değer olduğundan veya insan olmanın anlamından söz etmenin caydırıcı bir etkisi yoktur. Çünkü o, tam olarak bu itirazın hareket ettiği noktadan, yani hayatı yaşanmaya değer kılmak ve insana hak ettiği önemi vermek gibi ilkelerinden yola çıktığını söyleyecektir.
Türkiye’de şu an doksan civarında hapishanede binlerce insan açlık grevinde. Eylemciler, İmralı Cezaevi’nde hükümlü bulunan Öcalan’a uygulanan görüşme yasağının kaldırılmasını talep ediyor. Tabii uzun süredir atalet içinde olan siyasete canlılık kazandırmak, insanları seferber etmek gibi örtülü bir talep olduğu da seziliyor. Dışarıda da bu talepleri sahiplenip açlık grevi eylemine katılanlar var. Şimdiye kadar sekiz kişinin bu eylem kapsamında yaşamına son vermesiyse sürecin en sarsıcı yanını oluşturuyor. Öte yandan, uzayan açlık süresiyle eylemcilerin karşı karşıya olduğu hayati risk arasındaki ilişki de başka bir endişe kaynağı. Eylemcilerin tümü için aynı şeyi söylemek mümkün olmasa da açlık grevinde geçirdiği süre yüz yetmiş günü aşan insanların olduğu biliniyor. Yani eylem, artık hayati risklerin belireceği sınır çizgisine yaklaşmış durumda. Geçmiş deneyimler, sınıra yaklaşıldığında yetkililerin eyleme “müdahale” eğilimine girdiğini gösteriyor. 2001 yılındaki açlık grevlerine “Hayata Dönüş” adı altında gerçekleştirilen operasyonsa, bu türden müdahalelerin nasıl yapıldığını ve nasıl bir insani yıkım yarattığını açıkça ortaya koyuyor.
Devletin hak mücadeleleri için belirlediği alanın sınırlarının çok dar olması, birbirinden beslenen iki karşıt eğilimin gelişmesine yol açıyor. Bir yandan talepleri olan insanları eylem alanının sınırlarını genişletecek “uç eylemlere” iterken, diğer yandan bu sınırları koruma azmindeki devleti hep bir insanlık krizi yaratmanın eşiğinde tutuyor. Bunun bir diğer sonucuysa, iktidarın hayata kast etmek veya hayatı yaşanılmaz kılmak için kullandığı yöntemler ile tepki olarak gelişen eylemler arasındaki biçimsel ayrımların giderek silinmesi. Tabii bu yakınlaşmanın biçimsel kaldığını, yani öze dair olmadığını ve etki tepki mekanizması içinde geliştiğini vurgulamayı özellikle önemsiyorum. Çünkü toplumsal olarak deneyimlediğimiz ve bizleri bazen ölmekten beter eden insanlık krizlerinin sorumluluğunu mücadelenin güçsüz tarafına yüklemeyi adil bulmuyorum. İnsanlık krizi, hayata yüklediğimiz anlamlar ile değerlerin toplumsal organizasyonu arasındaki bağların, bazılarının insandan daha aşağı varlıklar olarak muamele görmesine yol açacak şekilde çözülmesini anlatır. Böyle bir çözülme örneğini 2001 yılında cezaevlerine yönelik operasyonlarda görmüştük. Bugün de benzer bir insanlık krizinin ilk işaretlerini, yaşamına son verenlerin cenazelerine veya cezaevi kapılarındaki annelere reva görülen gayriinsani muamelelerden alıyoruz.
Bu gibi işaretler, dikkatimizi muhtemel bir müdahalenin yaratacağı insani sonuçlara ve bunun uzun vadeli etkilerine çekiyor. Önümüzdeki meseleyi, insanlık krizi ihtimalinin olduğu bir durumda, insanların hayat ve özgürlük hakkını savunmak nasıl mümkündür sorusuyla toparlamak mümkün. Tabii yanıt aranan soru, bir eylem biçimi olarak açlık grevinin özelliklerini kavramayı ve eylemle beraber açığa çıkan sorumlulukların türünü ve dağılımını tartışmayı gerektiriyor. Soruna bu açıdan yaklaşınca, ilk olarak açlık grevi yapan eylemcinin, hayatını riske atan ve davranışını özgür iradesiyle kararlaştıran bir insan olarak durduğunu görürüz. İrade özgürlüğü bu bağlamda büyük önem taşır ve insanın “kendi” hayatını ileri sürdüğünü söyleyebilmenin ön koşulunu oluşturur. Böyle bir karar hakkındaki fikrimiz ne olursa olsun, yani ister doğru ister yanlış olduğunu düşünelim, hayatın ve özgürlüğün ileri sürüldüğü bir bahiste esas tartışılan konunun insanlık durumu olduğu hep akılda tutulmalıdır. Açlık grevinin, hayatın ölümle karşılaştığı sınırlara vardığında, insanlık durumu konusundaki anlayışımızı yeniden tarife zorlaması, onu uç eylemler arasında değerlendirmemizin esas sebebini oluşturur.
Şimdilerde insan eyleminin anlamını ve değerini hayatı ne ölçüde geliştirdiği üzerinden belirleme eğilimindeyiz. Oysa yaşanmaya değer bir hayatın, sadece hayatı riske atmakla mümkün olabildiği bir sınıra ulaşmışsanız, değer ve anlam üretimini hayata bağlayan ilmeklerin ne kadar keyfi bir şekilde dokunduğunu derhal fark edersiniz. Demem o ki, açlık grevindeki eylemciye hayatın yaşanmaya değer olduğundan veya insan olmanın anlamından söz etmenin caydırıcı bir etkisi yoktur. Çünkü o, tam olarak bu itirazın hareket ettiği noktadan, yani hayatı yaşanmaya değer kılmak ve insana hak ettiği önemi vermek gibi ilkelerinden yola çıktığını söyleyecektir. Eylemci, terazinin bir kefesine insan hayatı ve özgürlüğü konmuşken, insanların diğer kefede ne olduğuna bakmaksızın kendi taleplerine karşılık vereceğini umut etmektedir. Eylemin amacı hiçbir şekilde ölmek değildir, hatta sürecin “ölüm orucu” olarak tanımlandığı koşullarda bile bu durum çok değişmez. Ölüm sadece muhtemel bir risktir ve hayatın değerinin açığa çıkması için üstlenilmiştir. Bu risk üstlenilmektedir, çünkü söze değer katan ve konuşmayı anlamlı kılan koşullar, bu sayede radikal ve geri dönüşsüz bir şekilde dönüşmektedir.
Açlık grevi eylemlerinin 80’li yıllardan itibaren Türkiye’de hak arayışının başlıca araçlarından olmasını, sahip olduğu bu dönüştürücü gücün cazibesiyle açıklayabiliriz. Karşımızda, cezaevindeki siyasi mahkumların yaşam, işkence görmeme veya savunma gibi bazı temel hakları için olduğu kadar, dışarıdakilerin iş güvencesi veya eğitim hakkı gibi sosyal talepleri için de kullanılan bir protesto yöntemi duruyor. Bu durum, açlık grevinin kullanım yaygınlığını ve tekrar sıklığını, beraberinde getirdiği değer ve anlam tartışmasından bağımsız bir şekilde düşünmemiz gerektiğini gösteriyor. Kararlı ve azimli bir şekilde sürdürülen her açlık grevi, sürecin bir aşamasında tartışmayı insani olan ve olmayan arasındaki ayrımın belirlendiği zemine kaydırır. Hayat ile ölüm arasındaki ayrımın tartışıldığı böyle bir zeminde, farklı gayelerle ileri sürülmüş şu türden sorulara yanıt aranır: Açlık grevi doğru bir eylem biçimi midir? İleri sürülen talepler için uygun mudur? Desteklenmeli midir? Desteklenecekse, bu bizzat açlık grevi yaparak mı yoksa başka araçlarla mı yapılmalıdır?... Bu gibi sorulara verdiği yanıtlar, yanıtlayan kişinin insana özgü değer ve anlam ölçeğinin neresinde durduğuna bir kanıt olarak kabul edilir.
O halde açlık grevi, talepler hayati risklerin belireceği son aşamada insanlık durumuna özgü bir sorun mertebesine yükselebilsin, çözüm yolu da insan olan ile olmayan arasındaki ayrımla bağlantılı hale gelsin diye benimsenmiş bir eylem biçimidir. Benimsenen biçim, hayatın adanmışlığı ve iradenin sağlamlığı yoluyla karar, davranış ve sorumluluk arasındaki sürekliliği kesintiye uğratacak bir krizin fitilini ateşler. Kriz kendini en çok insan eylemlerini açıklayan anlamların toplumsal organizasyonu ile sorumlulukların bireysel dağılımı arasındaki ilişkide dışavurur. Sorumlulukların dağılımını yöneten bu krize üç farklı boyuttan yaklaşmak mümkündür: İlk boyut, meselenin karar ve irade özgürlüğü arasındaki ilişki bakımından değerlendirilmesinin önünü açar. İkinci boyut, eylemin iktidar ilişkilerinin toplumsal dağılımı içindeki yerini sorgulamamızı sağlar. Üçüncü boyutsa, eylemin zaman açısından taşıdığı özgünlüğün sorumluluk üzerindeki etkilerini anlamamızı mümkün kılar. Üç boyut bir arada, davranış ile sorumluluk arasındaki ilişkinin açlık grevleri söz konusu olunca neden tersyüz olduğunu açıklar.
Şimdi ilk olarak, eylem sürecinde karar ve sorumluk arasındaki ilişkinin ne olduğuna bakmak gerekiyor. Kural olarak, her insanın kendi eyleminin sonuçlarından sorumlu olduğunu kabul ederiz. İnsan kendi iradesiyle yürüdüğü bir yolda başına geleceklere, karar verirken yararlandığı özgürlüğün bir bedeli olarak katlanmalıdır. Ancak sınır durumlarda gerçekleşen uç eylemler bu gibi ön kabullere meydan okuyan bir nitelik taşırlar. Mesela açlık grevinde, karar ve davranış rahatlıkla eylemcinin niyetine bağlanabilirken, yapılan seçim onun karşı karşıya olduğu yapısal kısıtlardan ayrı düşünülememektedir. Birinin hayatını riske atacak kadar uç bir konuma varmış olması, bize ya önünde hiçbir seçenek kalmadığını ya da eldeki seçeneklerle sonuç almanın mümkün olmadığını düşündürtür. Aksi takdirde bütün seçenekleri tüketmemiş birinin hayatını ortaya koymasını açıklayacak makul bir ölçüt bulamayız. Bu durumda, her ne kadar niyet ve davranış arasındaki ilişkiyi eylemciye dayandırsak da, sonuçlar ve sorumluklar arasındaki bağı söz konusu yapısal kısıtlar üzerinden anlamamız gerektiği ortaya çıkıyor.
Meselenin ikinci boyutu, bu tarz uç eylemlerin siyasal mücadelede güçsüz durumda olan tarafa özgü bir davranış tarzını yansıtmasıdır. Bu boyut, mücadele süreçlerinde kullanılan eylem biçimleriyle araçların, siyasal iktidarın yarattığı eşitsiz ilişkilerden bağımsız ele alınamayacağını görmemizi sağlar. Söz konusu eşitsizlik, sadece cezaevlerinde değil, dışarıda da insanların yeri gelince neden böyle eylemlere yönelebildiğini açıklamaktadır. Kadınların oy hakkı talebi için yürüttüğü kampanyalardan Hindistan’ın bağımsızlığı için verilen mücadelelere kadar birçok alanda böylesi bir yönelim olduğu görülüyor. Açlık grevleri bu süreçlerde aşağıdan yukarıya yönelen ve gücünü, bazı istisnalar hariç, şiddet araçlarına dayanmaktan çok, moral üstünlük kurmaktan elde eden bir eylem biçimi olarak öne çıkmıştır. Lakin bu tarz eylemlerde, en azından kişinin kendine bir zarar verdiği tartışmasız bir gerçek. Bu zararı farklı ilkeler üzerinden eleştirmek, doğru bir iş yapılıp yapılmadığını tartışmak mümkün ve gereklidir. Gel gelelim yapılanın iktidar adına değil, hak ve özgürlükler alanını genişletmek adına yapıldığı hiçbir zaman gözden kaçırılmamalıdır.
Üçüncü boyutta, eylemin zamanla ilgili olan yanı karşımıza çıkıyor. Açlık grevi, diğer uç eylem biçimleriyle olan farkını en çok bu aşamada belli ediyor. Türkiye’de “fedai eylemleri” olarak adlandırılan ve örneklerine bu süreçte de rastladığımız eylemler, ilk iki boyut açısından açlık grevine benzetilebilirler. Ancak seçeneksizlik ve iktidar karşısındaki konum açısından benzerlik taşısa da, açlık grevi süreye yayılması bakımından onlarla esaslı bir farklılık gösterir. Yaşama son verme eylemlerinde sonuç sürede değil anda gerçekleşir, durdurulması veya geri döndürülmesiyse son derece güçtür. Oysa açlık grevi zamana yayılmıştır, hatta süreyi değişik yöntemlerle uzatmak tercih edilen bir durumdur. Çünkü amaç ölüm şokuyla kamuoyunu sarsmak değil, süre içerisinde kamuoyunu dönüştürmektir. Anlık, hızlı ve sarsıcı bir etki çoğu insanın unutmak için çabalayacağı geçici bir ilgi yaratırken, süreye yayılmış, yavaş gelişen ve dönüştürücü bir etkiyse kolay kolay unutulmayacaktır. Birbirini dışlayan bu iki mantığın bir arada devreye girmesiyse, insani yıkımı daha da derinleştirmek dışında bir işe yaramamaktadır.
Sonuç olarak, üç boyut bir arada değerlendirildiğinde, bu gibi eylemlerin insani sorumluluğunun neden eylemciler üzerinden bireyselleştirilemeyeceğini, toplumsal olarak paylaşılması gerektiğini açıklayabildiğimi umuyorum. Çünkü hayatın ve özgürlüğün yok sayıldığı bir durum, sadece değerlerin insanlığın ortak malı olması anlamında değil, krizin herkesi ilgilendirmesi anlamında da bir insanlık krizidir. Böyle bir süreçte taraflar sadece eylemciler ve hükümetle sınırlı kalamaz. Her iki taraf da, sürecin kamuoyu tarafından izlendiğini bilmekte ve davranışları bu bilgiden etkilenmektedir. Yaşanan krizi kamuoyuna taşırken yorumcu, tarafları uzlaştırırken arabulucu rolünü üstlenecek bir başka tarafa duyulan ihtiyaç buradan doğar. Toplamda eylemciler, hükümet ve arabuluculardan oluşan üç taraflı bir ilişki söz konusudur. 2001 yılındaki gibi bir insanlık krizi yaşanmaması için gerekense, yorum ve müzakere süreçlerine insani katkı yapacak üçüncü bir tarafın müdahalesidir. Böylesi bir müdahale, ne acıma duygusunun konforuna sığınmış insanlara hitap eden dokunaklı hikayelere, ne süreci daha radikalleştirecek kahramanlık öykülerine yaslanabilir. Sadece ve sadece hayata ve özgürlüğe sahip çıkmanın, bu değerleri feda etmeyen bir uzlaşma noktası bulmanın bir insanlık ödevi olduğu gerçeğine yaslanabilir.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI