Sefilliğin politikası
Kristeva, sefilleştirmenin içerisinde bizzat varlığa yönelik karanlık ve şiddetli bir isyanın söz konusu olduğunu belirtiyor. Bir tür nihilist bir isyan… Bu isyan, gerçekte bir kimsenin bizzat kendi varlığında söz konusu olan bir kayba dayanıyor. Gerçekte bir eksikliğin ürünü olan sefilleştirme edimi, bir başkasına yöneltilerek dışsal hale getiriliyor.
Julia Kristeva, Batının temsil örüntüleri dünyasının ve bu dünyayı kurucu nitelikteki tahayyüllerin eleştirisini geliştirirken “sefilleştirme politikası” adını verdiği bir iktidar mekanizmasının özneler üzerindeki çalışma biçiminin de bir haritasını koyuyordu önümüze. Sefil ve bayağı bulduğumuz her şeyi, kendi benliklerimizin dışında şeyler olarak konumlandırırız. Böylelikle sefil olan her şey, kendi benliğimizin karşıtı olarak belirir. ‘Ben’e yanılsamalı bir istikrar verir bu. Benin dışında konumlandırılan ‘bayağılık’ kendisinden uzak olduğumuzu da beyan etmemizi; Bourdieu’nün bir kavramıyla kendi ‘ayrımımızı’ tesis etmemizi sağlayan bir öğe olarak işlev görür. Fakat bu ayrımı çizen sınır asla mutlak bir kesinlikle saptayabileceğimiz bir şey de değil. Bu nedenle kimlik yalnızca inşa edilen bir şey değil; ayrıca sürekli yeniden inşa edilen bir şey. Tam da o sınırın kesin olarak çizilememesi durumuna geliştirilmiş bir yanıt olarak süreklilik, yanılsamalı bir istikrar…
Her şey bir kenara, bayağı addedilerek dışarı atılan şeyin kendisi bir netameli durum yaratıyor; çünkü tam da bu sınırlara işaret etme edimi, daima işte o “bayağı ötekini” gerektiriyor. Ben’in bayağı bulduğu şeye yapısal bir bağımlılığı var en nihayetinde. Dolayısıyla bir anlam berkitmesi olarak sınır bulanık kaldıkça anlam da ben ile öteki arasında salınan bir şey haline geliyor. Bu salınım, anlamı sürekli bir çökme tehdidiyle yüz yüze bıraktığı için daimi bir anlam inşası hali içine sürükleniyor özne. Özne ile öteki arasındaki sınır veya ayrım çöktüğünde geriye ‘ben’ diye bir şey de kalmayacaktır; bu ‘ben’ ne pahasına olursa olsun savunulmalıdır. Dolayısıyla başkalarını ‘sefilleştirme’ edimi katlanarak artar. Sefil olan yakına geldikçe onu uzaklaştırmak için kullanılan enerji miktarını da arttırır. İçinde yaşadığımız teknoloji çağında yakınlaşmanın sembolik bakımdan ne kadar artmış olduğu da malum. Bu da seferber edilen sembolik öğeler envanterinin bir hayli genişlemesi anlamına geliyor.
Eskiden, seferber edilen öğelerin bir kimlik inşası sürecine yetmediği yerde, bu defa gerçekliğin kendisini eğip bükmek üzere şiddetin devreye girdiğini düşünürdüm. Fakat teknolojinin ‘imkânlarının’ sunduğu yakınlaşma hali, çirkin ve sefil olduğu varsayılan şeylere ayna tuttuğu ve bu aynayı da gözümüzün önüne fırlattığı için, düzeylerin birbirlerinin içine doğru çöktüğü, birbirine karıştığı bir durumla karşı karşıya olduğumuz kanaatine varıyorum şimdilerde. Sefil olanı çerçevelemek ve sunmak üzere o kadar fazla mekanizma iş başında oluyor ki hangisinin önce geldiği, imgenin mi yoksa gerçek kişinin mi önce geldiği belirsizleşiyor. Baudrillard’ın terimleriyle söylenirse, en iyisinden, gerçeğin simüle edilmiş bir versiyonunun bir kere daha simüle edildiği bir durum… Çünkü sefil ve bayağı olarak çoktan kodlanmış durumdaki figüre ilişkin imge, zaten simülasyon halindeki bir gerçekliğin imgesi olarak bir tür reel-imge durumundadır ve reel-imgeye ayna tutmak, gerçek ile gerçek olmayan arasındaki sınırları bulanıklaştırdığı yetmezmiş gibi, bir de gerçeğin imgesi ile bu imgenin imgesi arasındaki sınırları da bulanıklaştırır. Bir ayrım arayışının kendisi bir çökmeye, düzeylerin birbirinin içine doğru geçişmesiyle sınırların ortadan kalkmasına yol açar. Ama ne pahasına olursa olsun, ‘ben’ savunulmalıdır. Artık ben’in imgesinin imgesi halini almış olsa da…
Kristeva, sefilleştirmenin içerisinde bizzat varlığa yönelik karanlık ve şiddetli bir isyanın söz konusu olduğunu belirtiyor. Bir tür nihilist bir isyan… Bu isyan, gerçekte bir kimsenin bizzat kendi varlığında söz konusu olan bir kayba dayanıyor. Gerçekte bir eksikliğin ürünü olan sefilleştirme edimi, bir başkasına yöneltilerek dışsal hale getiriliyor. Bu yolla tiksinti nesnesini dışarıda inşa etmiş olan insan, bizzat kendisinin içindeki bir tiksinti nesnesini dışarıya yansıtarak kendisine yönelik tiksintisinden bir nebze uzaklaşmış oluyor. Sonra bir daha, bir daha, bir daha… Her seferinde tiksintisinin asıl nedeninin bizzat kendisi olduğu fikrini bir kere daha savuşturuyor böylelikle. Sefil ve bayağı olan dışarıda olduğuna göre, kendisi sefil ve bayağı değildir nasıl olsa.
Bu yansıtma, kişinin kendisinden tiksinmesini büsbütün ortadan kaldıramadığı için sürekli tekrarlanır. Kendinden son derece emin görünen özne, gerçekte, kendi içinde taşıdığı bir emniyetsizlik durumuna bir yanıt geliştirmektedir. Ve tiksinti nesnesi bir kere dışarıya atıldıktan sonra, bu güvensizlik hissi de simgesel bir yer değiştirmeye uğrar: Güvensiz olan artık öznenin dışındadır; o halde -sembolik düzeyde ya da gerçekten- yok edilmelidir. Çünkü o, en nihayetinde öznenin kendisinden tiksintisinin bir tanığı durumuna gelmiştir ve var kaldığı sürece, öznenin kendisinden saklamak için elinden geleni yaptığı hakikatin taşıyıcısı olmayı da sürdürecektir.
Sefilliğe her işaret ediş, öznenin kendi sefaletiyle yüzleşmeme arzusunu dışa vurur. Felsefenin sefaleti ya da sefaletin felsefesi… Gökkubbenin altında pek de yeni bir şey yok.