Dönecek devran, dönmeyecek devran...
Selahattin Demirtaş, zeki, yetenekli bir siyasetçi. Herhalde içinizde ‘savunmasını’ okuyanlarınız çoktur. Dürüst, açık sözlü ve dirençli biri. Bu yüzden cezaevinde. Üç beş metrekarelik dünyasında ikinci hikâye kitabını çıkardı. Garibanları, dönen devranları ve belli ki kolay kolay dönmeyecekleri anlatırken, dışarıdakilerle hasbıhal ediyor.
Memleketin en ciddi sorunlarından birinin, genel olarak kapitalizmin, günlük yaşamdaysa ‘sınıfsal’ kibrin sonucu belirginleşen ‘eşitsizlik’ olduğunu; eşit yurttaşlık idealinin, aynı zamanda insanlaşma ve birlikte yaşam mücadelesi anlamına geldiğini düşünenlerdenim. Eşitlik talebi, etnik, dini, cinsel yönelim ve aslında hepsinin paydası ‘sınıfsal’ aidiyetle ilgili. Biri diğerini dışlamıyor, önemsizleştirmiyor. Dışlamaması bir yana, Marx’ın, 1869’da Engels’e ve Kugelmann’a yazdığı mektuplarda altını çizdiği gibi, sınıf mücadelesinde başarıya ulaşmak için önce dini/etnik ayrışmadan kaynaklanan ‘önyargı’ sorununu çözmek gerekiyor. (Marx’ın, İrlanda ve İngiliz işçileri için yaptığı tespitlerin yer aldığı kitabı daha sonra tanıtacağım.) Diyeceğim, yoksullukla mücadele (yani kapitalizmle!), cinsel yönelimlere yönelik faşizan dille mücadele, etnik ve dini farklılıklara yönelik tahammülsüzlükle mücadele... Hepsi bir arada olmalı ve bu sosyalistçe eşitlik için, bir zorunluluk. Türkiye açısından ‘Türkçesini’ söyleyeyim: ‘Kürt sorunu’ büyük başlığı altında toplanabilecek ve milliyetçi ideolojiden kaynaklanan sorunlar çözülmeden, sınıf mücadelesinin başarıya ulaşması mümkün değil.
Bir öykü kitabı hakkında ‘edebî’ eleştiri, benim gibi sıradan bir edebiyat okurunun harcı ve haddi değil. Tanıtmak, söz etmek, denilebilir belki yaptığıma. Bugün ‘söz edeceğim’ öykü kitabının (İletişim) yazarı, Selahattin Demirtaş. Yazarın da ‘edebiyatçılık’ iddiası olmadığı için, kitap üzerine iki satır yazmamın bir sakıncası olmaz herhalde! Devran’ın ne hissettirdiğini, ne düşündürdüğünü anlatmamın.
Devran’ı okumaya başlayınca, yine daha önceki bir yazıda önerdiğim bir belgesel düştü aklıma. Ahmet Kaya hakkında. Kitabı bitirince, bir kez daha baştan sona seyrettim. Ümit Kıvanç’ın “Uçurtmam Tellere Takıldı” adlı belgeseli, ilk gördüğümde ne etki yarattıysa, hâlâ aynı duyguları yaşatıyor bana.
Unutmadığınız film sahneleri, koku, manzara, şarkı sözü... Belki bir pencere... Kapı... İnsana ‘yazdıran’ hatıralar, ‘an’lar oluyor. Bir sahne, cümle, yolda tanık olunan bir insanlık durumu... Herhangi bir yazının ya da davranışın bir yerine işliyor, adını anmasanız da. İşte Ümit Kıvanç’ın Ahmet Kaya belgeseli de böyle bir ‘deneyim’ benim için. Başından sonuna kadar, o bir saat boyunca ‘garibanlığı’ anlatıyor. Kıvanç buna niyetlenmiyor kuşkusuz; bir ‘seyreden’ olarak bende bıraktığı etkiden söz ediyorum. Parayla pulla geçmeyen, sona ermeyen ve ermeyecek bir durum, garibanlık. Ahmet Kaya’nın en şöhretli, en zengin olduğu yıllara ilişkin sahnelerde de aynı hâl var. Kişiliği ne denli güçlü olursa olsun... Solcu, devrimci, cesur, milyonlarca dinleyicisi ve hayranı sürüklüyor peşinden. Buna mukabil Fransa’daki sürgün zamanında sahneden ‘başkaldıran’ da, memlekete dönmek istediğini ve çok özlediğini, yurt dışında ‘üşüdüğünü’ söyleyen de aynı insan ve aynı ses. Aynı bakışlar.
Bir ‘seyreden’ olarak tek bir şey söylemem gerekse ‘belgesel’ hakkında, herhalde ‘zoruma gidiyor’ derdim. Kaya, “albümde bir de Kürtçe şarkı söyleyeceğim,” demişti yalnızca! Başına gelenlerin nedeni buydu. Bir kadın “Kürt diye bir şey yok,” diye bağırıyor. Birileri çatal fırlatıyor. Kıdemli dalkavuklar sahnede marş söylüyor. Ahlaksız gazete ve gazetecilerin şirretliğiyle, utanmazca satırları ve manşetleriyle yüz yüze kalmasının nedeni, Kürtçe şarkı söyleyeceğini ilan etmesiydi. Açılan davaların. Hedef göstermelerin. Hakaretlerin. Belgesel, baştan sona Kürt sorununun özeti gibi. Bu kadar değil ama. Dedim ya, garibanlığın, hiç sona ermeyen ‘yoksunluğun’ hikâyesi diğer yandan. Sanırım ‘yoksunluk’ duygusu, ‘yoksulluk’ sona erse de geçmiyor. ‘Devran döner’ bir gün diyoruz demesine fakat dönse de dönmeyecek olan şeyler var. Hem devran öyle kolay dönmüyor zaten. Misal, Ahmet Kaya bugün yaşayıp o gün dile getirdiği düşüncelerini yinelese, cezaevindeydi. Ne devranmış ama! Sanki Türkiye’de ‘dönmemeye’ yemin ettirmişler gibi.
Yoksulluk, yoksunluk, dışlananlar, ezilenler, katledilenler, sömürülenler, görmezden gelinenler. Demirtaş iyi tanıyor anlattığı insanları ve koşulları. Devran’ı biliyor, çok görmüş o yüzlerden ve fotoğraflardan. Yıllar sonra vicdanına mağlup olan kudretli ‘Savcı bey’ Salim de, tanıdık. Yalnızca o değil. Belli ki, Devran’ın babasının insanı sarsan hâli tavrı, hepsi yazarın dünyasına dahil. Selahattin Demirtaş, hayli güçlü bir mizah anlayışına sahip. Buna mukabil mizahi öykülerin kahramanları da aynı küçük dünyanın insanları. Sevdiği kıza açılamayanı, çeyrek altınla düğüne gitme mahcubiyeti yaşayanı, devrimciye kapkaç yapan talihsiz ve talihli kapkaççının kaderi, bir hayal dahi kurmasına izin verilmeyen ‘Şeftren Kutbettin’in makûs talihi... Aşık olduğu kadın cezaevine girince elinden hiçbir şey gelmeyen servis şoförünün hâli pür melali.
Ezilen, dışlanan ve her yerde olan, her gün karşılaştığımız ya da karşılaşma ihtimalimiz olanları anlatıyor hikâyeler. AVM lokantasında yemek yiyor ve çalışanların yüzüne dahi bakmadan ayrılıyorsunuz ya, işte o çalışanların bir hikâyesi var ve Demirtaş onları görmeyi tercih ediyor. Odun alacak parası olmadığı için bebeğini yaşatmayı başaramayanı. Taş ocağına karşı dilekçe veren köylünün, kısa sürede ‘devlet’ ile trajikomik karşılaşmasını. TV’lerde şöyle bir duyup umursamadığımız, ‘kamyonet kasasında öldüler’ haberlerine konu olan insanların, aslında birer isim, erkek, kadın, çocuk, aile olduklarını. İsimlerini değil, sayılarını bildiğimiz insanları. Bir de tabii, ‘Bodrum’da’ yanmak ile ‘bodrumda’ yanmak arasındaki farkı bilip anlayanın, insan kalmak için direnenin varlığını.
Selahattin Demirtaş, zeki, yetenekli bir siyasetçi. Herhalde içinizde ‘savunmasını’ okuyanlarınız çoktur. Dürüst, açık sözlü ve dirençli biri. Bu yüzden cezaevinde. Üç beş metrekarelik dünyasında ikinci hikâye kitabını çıkardı. Garibanları, dönen devranları ve belli ki kolay kolay dönmeyecekleri anlatırken, dışarıdakilerle hasbıhal ediyor.
Rastlaşmadık bir yerlerde ama belli ki, iyi bir insan...
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI