Ulaş Bayraktar: Muhalefetteki belediyeler Terzi Fikri'nin Fatsa'sından daha mı fakir?
Yerel yönetimler konusunda uzmanlaşmış ve KHK’yla üniversiteden uzaklaştırılmış olan Doç. Dr. Ulaş Bayraktar, AKP’nin merkeziyetçi politikalarının aynı zamanda bir iflasın habercisi olduğu, muhalefetin de buna göre alternatif üretmesi gerektiği görüşünde. AKP’den veya kayyımdan devralınan belediyelerin yeni yönetimlerinin “enkaz devraldık, kaynağımız yok, yetkimiz sınırlı” gibi gerekçelere sığınmak yerine 1970’li yıllardaki halkçı belediyecilik mirasına bakmayı öneren Bayraktar, AKP’nin muhalefetteki belediyeleri çalışamaz duruma getirmek için her türlü yönteme başvurabileceğini hatırlatıyor. Bayraktar’a göre AKP, CHP karşıtı söyleminin dayanağı yaptığı Tek Parti iktidarının yerel yönetim politikalarını olduğu gibi tekrarlıyor.
Halk 31 Mart’ta Türkiye genelinde olduğu gibi İstanbul için de kararını verdi. Ancak bir aydır halkın kararı, AKP’nin üstün gayretleri sonucu YSK’nın onayını bekliyor! Öte yandan AKP, muhalefete kaptırdığı belediyeleri çalışamaz duruma getirmek için akla hayale gelmeyen çok çeşitli yasal değişiklikler yapmaya niyetli gibi görünüyor.
Oysa aynı AKP henüz merkezi devlet bürokrasisine, daha doğrusu Ankara’ya hâkim olmadığı 2000’li yılların ilk yarısında, merkezdeki gücü yerele aktarmak üzere çok radikal reformlara imza atmış, ademimerkeziyetçi bir yönetim için zemin hazırlamıştı. Fakat AKP merkezdeki hakimiyetini artırdıkça, yerele devrettiklerini, mevzuat değişiklikleri sayesinde kepçeyle geri aldı ve kalan kırıntıları da 31 Mart sonrasında toplamaya yöneliyor.
1922’den bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nin yerel yönetim politikasındaki serencamı, Tek Parti dönemindeki yaklaşımın günümüzdeki izdüşümlerini, AKP’nin yeni rejim inşası ve yeni sermaye birikim havuzu olarak işlevselleştirdiği belediyelerle ilgili politikasını konunun uzmanı Doç. Dr. Ulaş Bayraktar’la konuştuk. Bu arada yüksek lisans ve doktorasını Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde tamamlamış, Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesiyken 29 Nisan 2017’de çıkarılan KHK’yla ihraç edilen Bayraktar’ın Mersin’deki Kültürhane’nin kurucu ortaklarından ve çalışanlarından biri olduğunu da not edelim.
Geçmişten günümüze doğru gelecek olursak, Türkiye’de yerel yönetim anlayışı nasıl şekillendi? Belediye başkanlarının doğrudan seçimle işbaşına geldiği sürece hangi aşamada gelindi?
Şu anda olup bitenleri anlamak böylesi bir tarihsel arkaplandan hareket etmek çok iyi olur. Türkiye’de yerel yönetimler, sanıldığının aksine bir yerelleşme aygıtı olarak değil, tam tersine, ontolojik olarak bir merkezileşme aygıtı şeklinde işlevselleştirildi. Hatta Tanzimat’tan itibaren yerel yönetimlerin ilk nüveleri olan yerel meclisler vergileri toplayabilmenin, merkezi yönetimin etkinliğini artırabilmenin aracı olarak görüldü. 1922 Anayasası’nın çok istisnai, sovyetleri kurmayı öngören parantezini saymazsak cumhuriyetin de bu mirası devraldığını söyleyebiliriz. Zaten 1922 Anayasası’ndan hemen sonra, 1924 Anayasası bunun tam tersine bir istikamet çizdi. Bu tarihten itibaren belediyeler hem merkezî hükümetin yerelde ortaya çıkabilecek merkezkaç kuvvetlere karşı bir sigortası, hem hayata geçirilmeye çalışılan ideolojinin endoktrinasyon aygıtı, hem de çağdaşlaşma hedefinin vitrini işlevi gördü.
1922 Anayasası’ndaki ademimerkeziyetçi perspektif neye dayanıyordu?
1922 Anayasası çok kısa bir metin olduğu halde önemli bir kısmında yerel yönetimlere referans verilir. Burada iktidar, idari yetkileri yereldeki organlara bırakmıştı. Oradaki Sovyet modelinin ruhu vardı aslında.
Peki neden çok kısa süre içinde bu modelden vazgeçilip merkeziyetçi bir anlayışa gidildi?
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından hemen sonra geniş bir ittifak çok elzem olmamaya başlayınca merkez, kendi kontrolünü tesis edecek aygıtları tercih etti. Özellikle daha sonra Şeyh Said İsyanı’nda zirveye çıkan merkezkaç kuvvetlere karşı daha tedbirli olma gereğine dair politika hakim oldu. Böylece hem kuşkucu hem de araçsalcı bakış yerel yönetimler politikasında belirleyici hale geldi.
MİLLET BAHÇELERİ TEK PARTİ DÖNEMİNDE YAYGINLAŞTI
Bu anlayışın egemenliğiye birlikte yerel yönetimlerin serencamı nasıl devam etti?
Özellikle Ankara’da anıtlarla, büyük kamu binalarıyla yeni rejimin varlığı, gücü, erki sembolize edildi. Geniş meydanlar, tertiplenen balolar rol modeli olarak kullanıldı. Örneğin şimdilerde “millet bahçeleri” dedikleri aslında Tek Parti döneminde yaygınlaşmıştır. O dönemde çağdaş, Avrupai yaşam tarzını hayata geçirecek, teşvik edecek bir kent önderliği öngörüldü. Tabii buna cumhuriyet rejiminin ilkelerinin, Altı Ok’un hayata geçirilmesi için başta yerel yönetimler olmak üzere birtakım aygıtların işlevselleştirilmesi eşlik etti. Zaten bugünün yönetim anlayışının Tek Partili hayatı başka bir açıdan çağrıştıran yanı çok fazla. Şu anda Selçuklu, İslâm mimarisi görselleriyle, birtakım kentsel anıtlarla, saraylarla aslında cumhuriyetin ilk dönemindeki gibi, yeni rejimin siyasi profili görünür kılınmaya çalışılıyor.
Belediye yönetimlerine ilişkin anlayışta bir benzerlik kurulabilir mi?
İstanbul’da 1954 yılına kadar vali, aynı zamanda belediye başkanıydı. Ankara’da 1948 yılına kadar belediye başkanı İçişleri Bakanı’nın önerisi ve cumhurbaşkanının onayıyla göreve geliyordu. Tam tamına kayyım uygulamasının benzeri denemez çünkü belediye başkanı zaten atamayla geliyordu. Fakat daha sonra bu uygulamaya son verildiği halde valiler seçimlere girip belediye başkanı oldular. Şimdi kayyımların seçime girmesi bu açıdan çok benziyor.
Peki 1954’e kadar İstanbul’da ve 1948’e kadar Ankara’da belediye başkanlarının belirlenmesiyle ilgili farklılığın dayanağı neydi?
İstanbul’a dair güvensizlik, belediye başkanının yerel eşraf tarafından belirlenecek olmasından duyulan çekinceye dayanıyor olabilir. Ankara ise zaten devletin, rejimin merkezi olduğu için belediye başkanının seçimle gelmesine gerek duyulmamış olabilir. Dahası, belediye başkanlarının seçimle geldiği yerlerde de, tıpkı şu an YSK’da olduğu gibi, seçimin sonucu Ankara’nın onayına tabiydi. Yani göstermelik bir seçim süreci olsa dahi, rejim, seçimlerden istenmeyen sonuç çıktığında bunu iptal etme gücünü elinde tutuyordu. Bu arada şu an bunları AKP iktidarının yaptıklarına tarihsel bir dayanak oluşturmak ve bunları meşrulaştırmak için söylemediğimi özellikle vurgulamak istiyorum. Aksine, Tek Parti iktidarının bütün antidemokratik uygulamalarının mevcut iktidardaki izdüşümlerine dikkat çekmeye çalışıyorum.
YENİ SERMAYE BİRİKİM MODELİ YEREL YÖNETİMLER ÜZERİNDEN GERÇEKLEŞİYOR
AKP, CHP karşıtı söyleminin önemli bir bölümünü Tek Parti dönemine atıfla inşa ediyor. Bununla beraber bizzat AKP’nin o dönemi tekrar icra ettiğini mi söylüyorsunuz?
Tabii, AKP, yerel yönetim politikasında Tek Parti dönemini tekrarlıyor. Tek Parti dönemi aynı zamanda yeni bir sermaye birikiminin yaşandığı, Koç ve Sabancı’ların ortaya çıktığı dönemdir. Koç’un Millet Meclisi binasının kiremitlerini temin ederek ticarete başladığını hatırlayın. Şu anda da yeni bir sermaye birikim modeli yerel yönetimler üzerinden gerçekleşiyor. Zaten yerel yönetimler özellikle 1980 sonrasında farklı bir sermaye birikim modelinin önemli bir aracına dönüştürüldü. Öte yandan ulusal bir habitustan söz etmek lâzım. Hepimiz aslında aynı siyaset kültürünün mayasından geliyoruz. AKP de bütün mücadelesini CHP çizgisine karşı verir gibi gözükürken, aslında Tek Partili rejimde yapılanları tekrarlıyor.
Erdoğan bir süredir yaygınlaştırmayı planladığını söylediği “millet kıraathaneleri” projesinin amacını geçtiğimiz gün yaptığı bir konuşmada şöyle özetledi: “Millet Kıraathanelerinin sayısını daha da artıracağız. Niye? Gençlerimizi bu kıraathanelerde meşgul edelim. Bunlar sağa sola savrulup tinerci olmasınlar, değerlerimizden kopmasınlar.” Birikim dergisinin Şubat-Mart sayısındaki yazınızda ise siz, “Habermas örneğin 18 yüzyıl kahvehanelerini, barlarını kente dair, siyasete dair gelişmelerin konuşulabildiği, her türlü fikrin tartışılabildiği demokratik mekanlar olarak görür” diyorsunuz. Erdoğan’ın millet kıraathaneleriyle Habermas’ın işaret ettiği kamusal mekânlar olarak 18. yüzyıl kahvehaneleri arasında nasıl bir fark var?
Bizde kamu kavramı bir taraftan umumu, halkı, bir taraftan da idareyi, bürokratik yapıyı ifade ediyor. Kamusal alanda türban yasağını tartıştığımızda yabancılar, türbanın sokakta yasaklı olduğunu düşünüyordu. Oysa bizim kastettiğimiz kamusal alan aslında kamu binaları, devletin alanlarıydı. Habermas tam da halkın kendi kendine oluşturduğu, iletişim, etkileşim, tartışma mekânlarını kastediyor. Bu anlamda kahvehanelere, barlara kamusal alan ve demokratik işlev yüklüyor. AKP iktidarının kastettiği kıraathaneler ise tam da devletin kontrolünde, devletin istediği biçimde ve faaliyetlerde işlev görmesi için oluşturulan, iktidarın politik çizgisinin yeniden üretildiği mekânlar. Dolayısıyla Habermas’ın “kamusal mekân”ındaki “kamu” kelimesi ammeyi ifade ederken, bizdeki “millet kıraathaneleri” ise aslında devletin merkezdeki hakim resmi ideolojisinin aktarıldığı ve yeniden inşa edildiği yerler olarak kurgulanıyor.
ORTAK KAMUSAL MEKANLARIN İNŞASI TERCİH DEĞİL, ARTIK BİR MECBURİYET
Hamit Bozarslan’ın yaptığımız söyleşide şöyle bir tespiti var: “Erdoğanizm nezdinde millet ve reis arasında organik bir birliğin varolduğu düşünülüyor. Erdoğanizme göre bu organik birliğin yıkılabilmesi mümkün değil. Erdoğanizme göre buna meydan okunması ya bir ihanet veya hile gerektiriyor.” Bu tespite bakınca AKP’nin “milletten” kastı nedir tam olarak?
Express dergisinin son sayısında Lacan’ın Almanya ve Hitler’e dair birtakım saptamalarına yer veriliyor. Lacan, Hitler’in Almanya’nın ta kendisi ve rejimin bütün tepkilerinin bunun bir yansıması olduğunu söylüyor. Lacan, millet-reis paralelliğini Almanya ve Hitler paralelinde kuruyor. Dolayısıyla psikanalitik olarak kendi kendini milletle özdeşleştirme ya da oradan gücünü alıp buna karşı her tür farklılığı bir tehdit, yabancı doku olarak görme refleksini bizde de görüyoruz.
Bozarslan, Birikim’deki makalenizde işaret ettiğiniz gibi yeni kamusal alanların, müştereklerin inşası, kent hafızasının diriltilmesi gerektiğinden söz ediyor. 31 Mart sonrasında İstanbul, Ankara başta olmak üzere çok sayıda büyükşehir belediyesi muhalefete geçti. Keza HDP’nin kayyımlardan geri aldığı çok sayıda belediye var. Bu yeni yönetimler ve halk muhalefeti, yeni kamusal mekânların inşası konusunda neler yapabilir?
Açıkçası bu mekânların inşasının bir tercih değil, artık bir mecburiyet olduğunu düşünüyorum. Çünkü dozajı giderek artan ve artacağa benzeyen merkeziyetçi baskıya karşı yerel yönetimlerin ya da daha muhalif oluşumların mutlaka hafızaya, tabana dönmesi gerekiyor. Bu baskılara karşı muhalefetin elindeki belediyelerin veryansın etmesi, “enkaz devraldık”, “şu kadar borç bırakılmış, elimizdeki yetkiler budandı” demesi bir şeyi değiştirmez. Zaten bunun böyle olduğu ve olacağı bilindiği halde seçime girmişseniz, artık şikâyet ederek yol alamazsınız. Bu dönemde yapılabilecek şey, süreci bütün şeffaflığıyla halkla paylaşmak ve önümüzdeki dönemi birlikte kurgulayabilmek. Bir siyasal mecburiyet olan stratejik planlama sürecinin halkla bir paydaş ilişkisi kurmanın fırsatı olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Bir belediyenin önümüzdeki beş yılda ne yapacağının, seçim beyannamesini hayata geçirmenin ötesine geçip mahalle mahalle, sokak sokak insanlarla buluşup onların tercihlerini, taleplerini kayıt altına almak, bunları stratejik hedeflere dönüştürmek, daha sonra bunları programlamak gerekiyor. Yarın-öbür gün, bunların kısıtlanmasına yönelik bir uygulamaya gidildiğinde de halkı kendi taleplerine sahip çıkmaya çağırmak, bu çerçevede mobilize etmek gerekiyor.
MUHALEFETİN ELİNDEKİ BELEDİYELER TERZİ FİKRİ’NİN FATSA’SINDAN DAHA MI FAKİR?
Hakkâri-Yüksekova belediyesi eş başkanı İrfan Sarı, kayyımın bıraktığı borçlar yüzünden belediyenin çivi çakacak durumda bile olmadığını söylüyor. Bazı belediyelerin binaları bile kayyım tarafından başka kurumlara hibe edilmiş. Ekonomik olarak çökertilmiş, siyasi olarak kuşatılmış belediyeler, tarif ettiğiniz ilişkiyi tesis edebilecek kabiliyeti gösterebilir mi?
Muhalefetin elindeki belediyeler Terzi Fikri’nin Fatsa belediyesinden daha mı fakir, daha mı yetkisiz, daha mı zorda? Şu anki belediye başkanlarının sahip olduğu yetki ve kaynaklara sahip olmayan belediye başkanlarını, Vedat Dalokay’ı, Ali Dinçer’i, 1973-1980 arasındaki Ankara’yı düşünün. Akkondu adıyla başlatılıp Batıkent olarak devam eden toplu konut projesi hâlâ dünyada en çok referans gösterilen müthiş bir kooperatifleşme hamlesidir. Sonradan Melih Gökçek’in gerçekleştirdiği metro projesini Vedat Dalokay zamanında hazırlanıyor ve temeli 11 Eylül 1980’de atılıyor. Kızılay Meydanı, yayalaşma projesi… Halk Ekmek, Ahmet İsvan zamanında başlatıldı ve şu an dünyanın en büyük ekmek üreticisi konumunda. Halk Ekmek projesi, büyük petrol krizi döneminde, üstelik İsvan muhalif belediye başkanıyken kuruldu. Dolayısıyla böyle bir miras varken şimdi çıkıp “paramız yok, yetkimiz sınırlı” demek anlamlı değil. Elbette paraları yok, yetkileri sınırlı ama buna rağmen yapılabilecekler var. Fakat AKP’nin kayyım politikası çok stratejik bir hamleydi: Bir yandan belediyeyi geri verdiklerinde mümkün olduğunca büyük bir enkaz yaratmak, öte yandan da bunu bir rıza üretme mekanizması olarak işletmek.
Yeni kuşakların pek bilmediği ama çok sık duyduğu Terzi Fikri’nin Fatsa’da hayata geçirdiği belediyecilik deneyimi nasıl sonlandırıldı?
Süleyman Demirel daha sonra Fatsa için “devlet içinde devlet kurulmuştu” diyerek yorumlamıştı, küçücük bir ilçedeki bu deneyimi ve neticede nokta operasyonuyla bu deneyim sonlandırıldı. Her şeyden önce Terzi Fikri, müthiş bir halk seferberliğiyle Fatsa’yı çamurdan kurtarmıştı. Büyük bir kültür-sanat şenliği yapılıyor ve Türkiye’nin bütün tanınan yazarları, şairleri, sanatçıları buna destek veriyor. Şimdilerde İmamoğlu’nun sosyal medya üzerinden yaptığını Terzi Fikri ilçedeki hoparlörler üzerinden yaparak belediye meclis toplantılarını tüm ilçeye dinletiyor. Neticede ilçeye askeri baskın yapılarak Terzi Fikri başta olmak üzere belediye yöneticileri gözaltına alınıp tutuklanıyor. Tüm bunlar 1979-1980 arasındaki kısacık bir zaman aralığında yaşanıyor.
İKTİDARIN MERKEZİLEŞME HAMLESİ İFLAS EDECEK, MUHALEFET ALTERNATİF OLUŞTURMALI
Az önce kayyım politikasının bir rıza üretme mekanizması olarak kullanılabileceğini söylerken tam olarak neyi kastettiniz?
Seçilmişlere karşı birilerinin yavaş yavaş kayyımı “özlemeye” başlaması söz konusu olabilir. Çünkü kayyım muazzam borçlarla müthiş harcamalar yaptı. Kayyımın belediye binasındaki banyosunu yapan, ona mermeri satan, duvarı yapan usta yereldeki esnaf. Şimdi Tek Hesap Uygulaması, vergilerin kesilmesi, belediye gelirlerinin kısılması harcamaları azaltacak ve bu da birilerinin, belediyeyi borca batırarak para saçan kayyımları özlemesini beraberinde getirecek. İktidar özellikle kayyımları özletmeye çalışacak. Ama buna rağmen yapılabilecekler var. Ovacık çok mu zengin bir yerdi? Beğenir veya beğenmezsiniz ama Tunç Soyer’in Seferihisar’ı “sakin şehirle” marka yaptı. Herkes Ekrem İmamoğlu’nun belediye başkanlığını biliyor ama CHP ilçe başkanıyken yaptıklarına bakmak lazım. İlçe başkanlığını bir belediye gibi çalıştırdığı gibi, partisiyle paralel olarak yol alan İmamoğlu Gönüllüleri diye bir oluşum var. Özetle, muhalefet tabanla buluşmanın hem ekonomik hem de sosyal yöntemlerini geliştirmek durumunda. İktidarın merkezileşme hamlesi, aslında sürecin kendisi açısından sürdürülebilir olmadığını gösteriyor. Bu merkeziyetçi yol eninde sonunda iflas edecek. O yüzden alternatifini oluşturmak için müşterekler siyaseti önemli. Kenti ortak zemin yapmak, bir araya gelmenin bilgi ve becerisini oluşturmak, farklı örgütlenmeler üzerinde kafa yormak gerekiyor. Bu sadece mümkün değil, aynı zamanda elzem.
AVRUPA’DA BELEDİYE BAŞKANLARININ SEÇİMLE BAŞA GELDİĞİ İLK ÜLKELERDEN BİRİ TÜRKİYE
Yerel yönetimler açısından 1960’lara kadar devam eden merkez hakimiyetinin kısmen de olsa sonlanması ve belediye başkanlarının doğrudan seçimle iş başına gelmeye başlaması merkeziyetçi yaklaşımın genel olarak iflasıyla mı ortaya çıkmıştı?
1960 darbesi ve 1961 Anayasası’nın yerel yönetimler anlamında bir demokratikleşme getirdiğini düşünmüyorum. O dönemde yapılan en önemli şey, Belediye Kanunu’ndaki değişiklikle belediye başkanlarının artık doğrudan seçimle başa gelmesiydi. Öte yandan 1960 darbesi de merkezi planlamanın, merkeziyetçiliğin zirveye çıktığı bir dönem. O anlayış belediyelere büyük kaynak veya güç aktarmayı düşünmüyor bile. Fakat bütün Avrupa çapında belediye başkanlarının doğrudan seçimle işbaşına geçtiği ilk ülkelerden biridir Türkiye. Mesela Hollanda’da hâlâ belediye başkanları atama yoluyla gelir ya da çoğunda belediye meclisleri kendi başkanlarını seçer, yahut profesyoneller belediyelerin yürütme işini üstlenir.
Şimdiki AKP iktidarı da çıkıp “biz de tıpkı Hollanda gibi artık belediye başkanlarını atama yoluyla belirleyeceğiz” dese, ne olur?
Zaten onun emarelerini görüyoruz. Cumhurbaşkanlığına bağlı Politika Kurulu bünyesinde yerel yönetimlerin politikalara ilişkin de bir kurul var. Orada “Türkiye’nin toplumsal, ekonomik ve siyasal gerçekliklerine uygun olarak öneriler sunmak” gibi bir görev tanımı var ama ilginç bir şekilde diğer kurullar için böyle bir tanım yok. Dolayısıyla ifade ettiğiniz gibi bir hamle gelebilir. Ama iktidarın, kendi ifadesiyle muhalefetteki belediyeleri “topal ördek” haline getirmişken böyle bir şey yapmaya ihtiyacı var mı, bilemiyorum. Çünkü muhalefetteki belediyeleri çalışamaz duruma getirip başarısızlığa mahkum etmek, iktidar açısından daha tercih edilebilir bir yöntem olabilir.
ÖZAL DÖNEMİNDEKİ HAYALİ İHRACAT, AKP DÖNEMİNDE HAYALİ KENTLEŞMEYE EVRİLDİ
Bütün yetkiler iktidarın elindeyken neden 31 Mart’ı bir beka meselesi olarak tarif edip bunun üzerinden söylem geliştirdi?
Bu, zayıflama ve kaybın net bir semptomu olarak görülebilir. İstanbul’daki büyük sarayların çoğunun Osmanlı’nın çöküş döneminde inşa edildiğini unutmamak lazım. Diğer yandan, birtakım vakıflara aktarılan paralardan dolayı gördüğümüz üzere belediyeler kaynak aktarımını kolaylaştıran mecralar. Yerel yönetimler AKP’nin çok etkili bir sermaye aktarım mekanizması olarak işletildi. Turgut Özal döneminden bildiğimiz hayali ihracat modelini AKP “hayali kentleşme” biçiminde sermaye birikim modeline evriltti. Oysa AKP’nin ilk döneminde, yerel yönetimler konusunda önemli reformlar yapıldı. Düşünün ki Belediye Kanunu’nun tarihi 1930 ve 2005’e kadar değişmemişti.
Nasıl bir değişiklik yapıldı?
O zamana kadar kanun hep güncellendi ama 2004-2005’te Belediye Kanunu, İl Özel İdaresi Kanunu ve Büyükşehir Belediye Kanunu yeniden yazıldı. Buradaki perspektif de yerel yönetimlerin güçlendirilmesine dayanıyordu.
AKP BÜROKRASİYE HENÜZ HAKİM DEĞİLKEN ADEMİMERKEZİYETÇİ YASALAR ÇIKARDI
Yani AKP, ilk döneminde ademimerkeziyetçi bir yerel yönetim modeli mi hedefliyordu? Ve neden?
AKP ilk yıllarında devlet iktidarına tam olarak hakim olamadığı için daha güçlü olduğu yerele güç aktarıp, güçlü olduğu yerelden beslenecek bir sermaye mecrası yaratmayı hedefliyordu. Hatta Ahmet Necdet Sezer’in veto ettiği Kamu Yönetimi Temel Kanunu, bütün bakanlıkların yereldeki faaliyetlerini İl Özel İdareleri’ne devrediyordu. Hastaneler, okullar, bütün sosyal hizmetler İl Özel İdareleri’ne bağlı olacaktı. Bu, bütün merkezi teşkilatın işlevsiz kılındığı, tam bir ademimerkeziyetçi hamleydi. Çünkü AKP henüz merkezi bürokrasiye hakim değildi. Fakat Özal döneminden itibaren başlayan, merkezden yerele aktarılan kaynaklar hiçbir zaman demokratikleşme sağlamadı. Buna mukabil yerelin kendi başkanları yaratıldı. Çok muktedir belediye başkanları ortaya çıktı. Dolayısıyla ha geniş yetkileri olan belediye başkanı karar almış ha Ankara’daki bakan. Vatandaş açısından çok farklı bir şey ifade etmiyor. Sadece yetki ve kaynak aktarımının bir demokratikleşme yarattığı fikrinde ısrar edilmesinin bir karşılığı yok.
AKP’nin çıkarttığı ve yerele kaynak, güç aktarmayı öngören Belediye Kanunu, İl Özel İdaresi Kanunu ve Büyükşehir Belediye Kanunu şu anda da geçerli değil mi?
Geçerli ama o dönemde verilen yetkilerin çoğu aşama aşama geri alındı. İlk önce Toplu Konut İdaresi’nin o yetkilere sulanmasıyla başladı. Daha sonra Turizm Bakanlığı, turizmle ilgili yetkileri geri aldı. Kalkınma Bakanlığı, kalkınma ajanslarını ve daha ekonomik düzenleme yetkilerini aldı. Yavaş yavaş imar düzenleme yetkileri merkeze çekildi. Zaten daha sonra TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı oldu. Aslında bütün Türkiye’nin alanlarını yöneten, merkezde bir belediye kuruldu yani. Büyükşehir Yasası’yla belediye başkanları çok daha muktedir hale geldiler. Yani otuz kişi, şu anda Türkiye nüfusunun yüzde 75’ini, yüzölçümünün yüzde 50’den fazlasını yönetiyor. Üstelik onlar da tek bir hamleyle koltuktan indirilip yerlerine kayyım atanabiliyor. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı ve adamları, yani büyükşehir belediye başkanları, Türkiye’yi tek başlarına yönetebilecek hale geldiler.
BELEDİYE BAŞKANLARI KAYNAK İÇİN ERDOĞAN’IN KAPISINI AŞINDIRMAK ZORUNDA KALACAK
Fakat bu “adamlar” muhalefetten olunca da aynı yetkilere sahipler…
Bunun böyle olmadığını, olmayacağını görüyoruz. Tek Hesap Uygulaması bunun bir göstergesi zaten. Bu uygulamayla bütün kamu kaynakları Varlık Fonu’na bağlı bir hesapta tutulacak. Böylece o kaynakların faiz gelirleri veya kontrolü merkezde olacak. Belediyeler bir sonraki ay harcayacakları her kuruşu, merkezi hükümetten talep etmek ve gerekçelendirmek zorunda kalacak. 1980 öncesinde belediye başkanlarının ana mesaisi ödenek çıkartmak için Ankara’da geçerdi. Birtakım ödenekleri çıkartmak için bakan veya müdür kapılarında mesai harcarlardı. Benzer bir süreç muhtemelen yine yaşanacak. Belediye başkanları hak ettikleri kendi paylarını tahsil etmek için cumhurbaşkanının ve birtakım bürokratların kapısını aşındırmak zorunda kalacak.
Büyükşehir Kanunu’nda yapılacak bir değişiklikle belediye meclisinin, belediye başkanından ayrı olarak, kendi üyeleri arasından bir meclis başkanı seçme yolunun açılmasının tasarlandığı söyleniyor. Bu ne ne anlama geliyor?
İstanbul veya Ankara’da belediye başkanı CHP’li olabilir ama meclis çoğunluğu Cumhur İttifakı’na ait. Mevcut sistemde belediye başkanı meclisi toplar, ona başkanlık eder, yönetir. Hatta meclisi toplantıya bile başkan çağırır. Dikkat ederseniz kayyım atanan belediyelerin hiçbirinde meclis toplantısı yapılmadı. Çünkü kayyım meclisi toplantıya çağırmadı. Sözüne ettiğiniz düzenlemeye gidilmesi, muhalefetteki belediye başkanlarının, bütün “dahiyane” fikirler seferber edilerek kuşatılmaya çalışıldığını gösterecek. Çok fazla tartışmıyoruz ama İl Özel İdareleri kapatıldıktan sonra valiliklerde “Yatırım İzleme Koordinasyon Başkanlıkları” kuruldu. OHAL dönemindeki bir kararnameyle bunlara tüzel kişilik de verildi. Böylece valiler de İl Özel İdareleri gibi birtakım icraat-hizmet imkânlarına kavuşturuldu. Belki de önümüzdeki dönemlerde kayyımlardan devralınan belediyeler yerine valilikler üzerinden birtakım icraatlar yapılmasına tanıklık edeceğiz.
İrfan Aktan Kimdir?
Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.
Akşener’in taht oyunları continues 27 Eylül 2021
Korkut Boratav: Ekonomik kriz yok, yoksuldan alıp zengine veriyorlar 25 Eylül 2021
Oğuz Kaan Salıcı: Çözüm sürecindeki önerilerimizin arkasındayız 18 Eylül 2021
Mahmut Aytar: Bizi örgütleyen açlığımızdır 13 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI