Karanlığı görmek: Akademisyenler, doktorlar, gazeteciler…
Füsun Üstel hocaya, TTB mensuplarına kesilen cezalar, eğer gerçekten aydınlık ve açıklık istiyorsak, karanlığı uzak durulacak bir uçurum gibi değil, üzerimize çöken ve kurtulmamız gereken ağır bir yük gibi görmemiz gerektiğini göstermektedir.
Barış İçin Akademisyenler aleyhine yürütülen siyasi ve hukuki kampanya artık kritik bir aşamaya ulaşmış durumda. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metin iki binden fazla kişi tarafından imzalanmış olsa da ilk defa attığı imzadan ötürü hüküm giymiş bir akademisyen hapis yatacak. Füsun Üstel hocamız, barış bildirisini imzaladığı için kesinleşen mahkeme kararı yüzünden cezaevine girecek. Hocamızın etrafı onunla dayanışmaya gelen yakın çevresinden, öğrencilerinden, imzadaşlarından ve barışseverlerden insanlarla dolup taşıyor. Öte yandan, yürütülen uluslararası kampanyaların, imzaya açılan destek metinlerinin veya hukuki mütalaaların süreç üzerinde pek bir etki yaratmamış olduğu görülüyor. Bu durum toplumsal iş bölümü içinde üstlendikleri rol açısından imzacı hocaların da dahil olduğu, genel olarak “aydın sorumluluğu” ile motive olduğu düşünülen uzmanlık grupları karşısındaki devlet tutumuyla yakından bağlantılı. Akademisyenler aleyhinde başlatılan kampanya, etkisi ve kapsamı bakımından, şimdiki siyasal rejimin söz konusu gruplar karşısındaki tutumunun şekillenmesi ve yerleşmesini sağlayan uygulamalar zincirinin ilk halkasını oluşturuyor.
Erdoğan’ın, devlet başkanı olarak, akademisyenlere yönelik idari ve hukuki süreçlere el koymasını gerekçelendirirken başvurduğu normlar, halen sivil özgürlüklerin kullanımını ve siyasete katılmanın koşullarını sınırlandıran baskıcı uygulamaların tekrarını mümkün kılan ölçütleri temsil ediyor. Aynı ölçütler, devletin bekası için gerekli olduğu savıyla, Erdoğan’ın kişisel iktidarını güvence altına almak amacıyla da kullanıma sokulmuştu. Bu açıdan meselenin bir ucu egemen klikler içindeki iktidar mücadelesine, diğer ucuysa devlet ve toplum arasındaki rıza ve direniş ilişkisinin düzenlenmesine uzanıyor. Hatırlanacağı üzere, barış bildirisinin yayımlanmasının başlattığı tartışma iktidar koridorlarında aykırı seslerin çınlamasına ve siyasi rekabetin kızışmasına yol açmıştı. Başbakan olması nedeniyle Davutoğlu’nun tutumu bu aşamada özel bir öneme sahipti. Kendisi, anayasal rejim bir tür başkanlık sistemine dönüştürülürken sürece nezaret etsin diye “emanetçi başbakan” olarak belirlenmişti. Emanetçi olmak, başkanlık sistemine geçilene kadar Erdoğan’ın yasal olarak başbakana ait olan yetkileri de kullanmasında kolaylaştırıcı olmak dışında bir anlam ifade etmiyordu. Oysa Davutoğlu, barış bildirisi metni konusunda farklı bir görüşte olduğunu söyleyerek, bu türden bir kolaylaştırıcılık rolünü yerine getirme konusunda çok da istekli olmadığını ortaya koymayı seçmişti.
Davutoğlu, akademisyenlerin çoğunun “metni okumadan imzaladığı” inancında olduğunu söyleyip meselenin üstünü kapatma eğilimini belli edince, barış bildirisiyle ilgili polemik Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki yetki savaşının yürütüldüğü meydanlardan birine dönüştü. Aslında 12 Eylül sonrasında Cumhurbaşkanı seçilen her sivil lider başkanlık sistemine olan yönelimini belli etmiş, bunun için de sürece nezaret edecek bir emanetçi başbakan atamıştı. Ama başkanlık yolundaki tartışmalarının yumuşak karnını da paradoksal olarak hep bu emanetçi başbakan figürü oluşturmuştu. Mesut Yılmaz Özal’ın, Tansu Çiller Demirel’in başkanlık hülyalarına mâni olmuştu. Elbette bu durum adı geçen başbakanların demokratik ilkelere olan kişisel bağlılığının değil, parlamenter demokrasinin işleyişinin yarattığı sistemik dengelerin sonucu olarak görülmelidir. Ancak Erdoğan, sistemin sınırlarını bu dengeyi işlemez hale getirinceye kadar zorlayınca, imzacı akademisyenler üzerinden başlayan savaşın Davutoğlu’nun “Pelikan Dosyası” operasyonuyla sonuçlanacak tasfiyesinin ilk cephelerinden biri olduğu anlaşıldı. Binali Yıldırım’ın başbakan atanmasıyla başkanlık sistemine geçişin önündeki doğal kurumsal dirençlerden biri de kırılmış oldu.
O mücadele süresince Erdoğan’ın akademisyenlere karşı kullandığı dilin, seçtiği araçların ve uyguladığı yöntemlerin farklı bağlamlarda tekrar edilmeye elverişli argümanlara dayandırıldığına dikkat etmek gerekiyor. Akademisyenler aleyhine yürütülen kampanya, devlet ve toplum ilişkilerini iktidara yönelik muhtemel direnç odaklarını etkisizleştirecek bir dönüşüm için bir başlangıç noktası oluşturacak şekilde tasarlanmıştı. Bu bakımdan sivil özgürlüklerin kullanımına suç muamelesi yapan ve siyasete katılma arzusunu hadsizlik olarak değersizleştiren baskıcı iterasyonların ilk örneğini burada gördüğümüzü söyleyebiliriz. Söz konusu örnekte, hedeflenen özgürlüğün niteliğine göre, gerektiğinde değişik bağlamlara da uyarlanabilecek üç farklı normdan yola çıkan bir bastırma stratejisi izlemişti: ihanet, nankörlük ve ayrıcalık eleştirisi. Cumhurbaşkanı akademisyenlere ağır hakaretler içeren bir retorik kullanıyor ve temel olarak şu suçlamaları yöneltiyordu: İlk olarak, akademisyenlerin devleti katliam yapmakla suçlamasının tek anlamı, ona göre, terörü desteklemekti. İkinci olarak, akademisyenler devletin ekmeğini yiyip devleti eleştiriyorlardı. Birinci tutum ihanetti ve gerekli şekilde yargılanıp cezalandırılması gerekiyordu. İkincisiyse nankörlüktü ve bu yüzden imzacıların üniversitelerde çalıştırılmamaları gerekiyordu. Bu normların, kendini mesleki kimliğiyle tanımlayan ve bu kimliği taşımanın ahlaki gerekliliklerine gönderimde bulunan bir gruba ne ölçüde uygulanabileceği meselesiyse hukukun herkese eşit bir şekilde uygulanması gerektiği ve hiç kimseye ayrıcalık tanınamayacağı ilkesi üzerinden çözüme bağlanıyordu.
Hainlik, nankörlük ve ayrıcalık karşıtı sözüm ona bu ilkesel eleştiri çerçevesi, daha sonra sivil özgürlüklerin kullanımını baskılayan her uygulamanın dayandırıldığı üç temel normla karşımıza çıktı. Türkiye’de demokratik siyasete katılan örgütlü aktörler arasında meslek gruplarının ağırlığı dikkate alındığında, “ayrıcalık” eleştirisinin sivil özgürlüklerin kısıtlanmasında nasıl işlevsel kılındığı da anlaşılır. Modern dünyada gündelik hayatın akışı uzmanlık sistemlerine duyulan güven üzerine kuruludur. Öyle ki, bu güven olmadan toplumsal hayatın bir saat bile ayakta kalacağını düşünemeyiz. Örneğin asansöre bindiğimizde istediğimiz kata çıkabileceğimize veya karayolunda virajı aldıktan sonra karşımıza bir duvar çıkmayacağına olan inancımız, bizim uzmanlık sistemlerine duyduğumuz güvenle yakından bağlantılıdır. Aynı güven, farklı meslek gruplarının kendilerini ilgilendiren konularda ortak sorunların çözümüne katkı yapmaları yönündeki toplumsal talebin de temelini oluşturur. Çünkü uzmanlık eseri yol ve yordamların gündelik hayat içinde artan ağırlığı, ortak hayatın meselelerini fazlasıyla karmaşıklaştırmış ve çözüm yolları konusunda meslek erbabının teknik bilgisinden yararlanmayı kaçınılmaz kılmıştır. “Kimseye ayrıcalık yok” argümanı, esasen uzmanlığa yüklenen bu anlamı ve ondan kaynaklanan gücü etkisizleştirmek amacına hizmet etmektedir.
Uzmanlık sistemlerinin uygulayıcıları mesleki kararlarını alırken, sınırları ve ilkeleri kendi alanlarının hakikatine dayanan kurallarınca belirlenmiş özerk ve evrensel ölçütlerden yola çıkarlar. Özerklik onların siyasetin gündelik çıkarlarınca belirlenen gündemlere olan nesnel mesafesini, evrensellik ise ait oldukları siyasi topluluğun kısmi menfaatlerinin ötesindeki evrensel ideallere olan bağlılığını anlatır. Yeri geldiğinde mahkemelerin de bilirkişi sıfatıyla meslek erbabının görüşleri üzerinden hüküm tesis etmek durumunda kalması, evrensellik, nesnellik ve uzmanlık gibi ölçütlerden kaynaklanan bu güçten ileri gelir. Bu minvalde Erdoğan’ın, halktan insanlar suç işlediğinde hapis yatıyor, “gazeteciler, hukukçular, akademisyenler de yatacak” türünden argümanlarla sureti haktan görünmeye çabalaması boşunadır. Çünkü Türkiye’de akademisyenlerin, doktorların, gazetecilerin “suç” sayılan eylemleri, esasında onların kanunun suç kabul ettiği davranışı icra etmesiyle değil, kendi mesleklerinin özerk ve evrensel ölçütleri gereği açıkladıkları bilgilerin veya takındıkları tutumların hükümetin politikalarıyla veya yerli topluluğun dar görüşlülüğüyle çatışmasıyla ilgilidir.
Meslek gruplarının elinde nüfuz etmesi ve denetimi zor bir bilgi biriktiği, bunun uzmanlar için son derece kapsamlı bir iktidar alanı açtığı doğrudur. Bu iktidara maruz kalanların, söz gelimi doktor karşısında hastanın veya akademisyen karşısında öğrencinin güçlendirilmesi için, sadece mesleki standartların yeterli olup olamayacağı ayrıca tartışmaya değer bir konu. Gel gelelim AKP’lilerin Türkiye’de meslek gruplarına yönelttikleri ve yerine göre vesayetçilik, komünistlik veya FETÖ’cülük biçimini alan suçlamaların insanı iktidar karşısında güçlendirme arzusuyla bir ilgisi yok. Daha çok iktidarın merkezi ve kurumlaşmış biçimini temsil eden hükümeti eleştiriden muaf kılmak, yerli topluluğun dar görüşlülüğünce belirlenmiş menfaatleri evrensel değerlerin sınamasından kurtarmakla ilgili. Meseleye şu soru üzerinden de yaklaşabiliriz: Barış metnini imzalayan akademisyenler “Bu suça ortak olmayacağız” dediğinde, TTB “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” diye açıklama yaptığında veya bir gazeteci MİT tırlarını haber yaptığında çiğnenen ve korunan değerler nelerdir? Göründüğü kadarıyla milli menfaatler, devletin bekası veya devlet sırları çiğnenen, evrensel ölçütler, insan hakları ve hakikat savunulan değerler arasındadır.
İmzacı akademisyenlerin neden cezalandırıldığını, hekimlerin neden hapse gireceğini veya cezaevlerinin neden gazetecilerle dolu olduğunu bu yanıt çerçevesinde değerlendirmek görüş açımızı ziyadesiyle genişletmektedir. Baskıcı tekrarlar, iktidarın kendine yönelen meydan okumaları etkisizleştirecek hukuki, siyasi ve idari süreçleri harekete geçirmesini meşrulaştıran ilke ve değerlerin farklı bağlamlara tekrar yoluyla uyarlanmasını anlatıyor. Tekrar, burada hem kendini önceleyen bir uygulamayla süreklilik içinde olmanın hem de yeni duruma uygun bir dönüşüme maruz bırakmanın aracı olarak beliriyor. Akademisyenlere yönelen ihanet, nankörlük ve ayrıcalıklı olma suçlaması, işinin doğası gereği evrensel değerlere, nesnelliğe ve hakikate yönelen hekimlere, gazetecilere ve hukukçulara da gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra uyarlanıp tekrar ediliyor. Bu tekrarlar, yeni sistemin Erdoğan’ın kişiliği etrafında yoğunlaşan iktidarına dinamik ve esnek bir yapı kazandırırken, kamusal görüşünün önünün kararmasına ve demokratik siyasetinin olanaklarının daralmasına yol açıyor. Bu yolla, kamuyu aydınlatan ve demokratik karar mekanizmalarını etkin kılan süreçler, otoriter yinelemeler yarattığı koyu bir karanlığın istilasına maruz kalıyorlar.
Türkiye’de Hrant Dink’in vurulduğu gün, bilim insanlarının o güne dek tamamlamadığı ve halen de tamamlamayı bekleyen esas ödevi şu şekilde belli olmuştu: “Bir bebekten bir katil yaratan karanlıkla yüzleşme.” Eğer karanlıkla kastedilen sadece içinde büyük kötülükler barındıran veya ürkütücü korkular yayan bir boşluk olsaydı, bu iddia elbette çok abartılı olurdu. Çünkü ne Dink memleketin vurulan ilk güvercini ne de onu vuran kişi katile dönüşmüş ilk bebek. Bu türden kötülüklere veya korkulara bakan dürüst insanlar sayıca az olsalar da her zaman vardı. Fakat Türkiye’nin derin zulüm ve şiddet tarihinde rastladığımız yasaklama, işsiz bırakma, işkence, suikast veya kıyım yapma türünden nice uygulamaya toplumun alıştırıldığı da bir gerçek. İnsan her şeye alıştığı gibi karanlıkta görmeye de alışıyor ve onlarla birlikte yaşamaya devam ediyor. Yüzleşme çağrısının tam yerinde ve zamanında olması, karanlıkta görmeye değil, karanlığın kendisini görmeye davet etmesinden ötürüdür. Aslında karanlık, gerçeği tüm renkleriyle gösteren aydınlık ve hakikati tartışmanın gücüyle sağlamlaştıran açıklık çekildikten sonra üzerimize çökendir. Şimdi Füsun Üstel hocaya, TTB mensuplarına kesilen cezalar, eğer gerçekten aydınlık ve açıklık istiyorsak, karanlığı uzak durulacak bir uçurum gibi değil, üzerimize çöken ve kurtulmamız gereken ağır bir yük gibi görmemiz gerektiğini göstermektedir.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI