YAZARLAR

Sait Faik üzerine bir bahar yazısı: Şarkılar, şiirler, hikâyeler, hatıralarla…

Nazarımda Türkçenin en büyük yazarı. Şiirleri, mektupları, yazı ve röportajları ama illa ki hikâyeleri, her dem başucumda. Ondan esinlenenleri severim, hikâyelerinden alıntı yapanlara ayrı bir sempati beslerim, şiirlerini besteleyenleri kendime ayırırım. Müzikle alakasını hep takdir ederim, eserinde müziğin izlerini kovalarım.

Türkiye’de yapılmış en ayrıksı albümlerden biri, 1984 yılında yayımlanan Zülfü Livaneli albümü “Ada”. Sanatçının 12 Eylül sonrasında yayımlanan ilk albümü bu. 1980 yılında yapılan darbeyi Köln’de karşılayan, sonrasında Paris’e geçen Livaneli, ‘80’li yılların başında yaptığı çalışmaları memleketten uzak sürdürmek durumunda kaldı. 12 Eylül’den hemen önce piyasaya verilen “Günlerimiz” adlı albüm, cunta tarafından (diğer Livaneli albümleriyle birlikte) “sakıncalı” bulunup toplatılınca, bir süre sesini ve müziğini duyamadık. Yıllar sonra “farklı” bir albümle karşımıza çıktı. “Ada”, başta yadırgansa da o yılların en çok satan albümlerinden biri olarak tarihe geçti.

Roll’un 2004 yılında yayımlanan 93. sayısı, “Ah ile vah ile ‘80’ler” başlıklı bir dosya içeriyordu. O dosyada, “Ada” şöyle tarif ediliyor: “Zülfü Livaneli için İsveç’ten Türkiye’ye, sazdan caza dönüş. Orhan Veli, Sait Faik, Aragon ve Eluard’dan umut dolu, cesur nağmeler… ‘Ada’ albümü, 12 Eylül karanlığına tutulmuş ilk kibrit alevi, tıpkı plağın iç kapağındaki fiyakalı Orhan Veli portresindeki gibi…” Albüm, bahsi geçen isimlerin şiirlerinden bestelenmiş şarkılardan oluşuyor. Arada Livaneli’nin yazdığı şarkılar da var.

Şarkılar ekseriyetle Paris’te yazılmış. Albüme adını veren “Ada”nın alt başlığı “Sait Faik üzerine”. Onun öykülerinden derlenmiş cümlelerden müteşekkil. Daha ziyade “Havuz Başı”ndan beslenmiş. Bu, yazarın sağlığında yayımlanan sekizinci kitabına adını veren öykü: “Kimseler âşık değil mi bu şehirde?” cümlesi buradan şarkıya girmiş. Başta bu şarkı, albümün geneline sinen hasret duygusu, biraz da memlekete duyulan hasret. Livaneli, İsveç’te yapılan kayıtlar sırasında ortama hâkim olan romantizmin bunda çok etkili olduğunu söylüyor: “Kayıtlar günün ilk ışıklarına kadar sürüyordu. Arada bir, dışarı çıkıp temiz hava alıyorduk. Her yer karla kaplıydı. İsveç gene o kuzey romantizmine bürünmüştü. (…) Bu ortamın, plaktaki duyguya katkısı oldu.”

Sait Faik denince akla gelen, Burgazada. Dülgerbalığından kiraz ağacına uzanan imgeler, ada ile hayatına girenler. Hepsinin ortak kokusu, anason. Sait Faik, benim için hem de rakıyla özdeşleşmiş bir yazar. Rakıyı içiyor ama esasen bira seviyor. Aramızdan erken ayrılma sebeplerinden biri, bu sevgi. Sait Faik Abasıyanık, bundan 65 yıl önce, 11 Mayıs 1954’te gece 02.35 sularında Marmara Kliniği’nde hayatını kaybetti. 1945’de siroz teşhisi konulmuştu ve kendine iyi bakıyordu: Doktoru Fikret Ürgüp’ün yasağı uyarınca içkiyi bırakmış, tedavi için Paris’e gitmiş, hayata asılmıştı. Buna rağmen durumu kötüleşti ve 5 Mayıs’ta geçirdiği kriz sonrasında hastaneye kaldırıldı; bir daha kendine gelemedi. 48 yaşındaydı, en üretken dönemindeydi.

Nazarımda Türkçenin en büyük yazarı. Şiirleri, mektupları, yazı ve röportajları ama illa ki hikâyeleri, her dem başucumda. Ondan esinlenenleri severim, hikâyelerinden alıntı yapanlara ayrı bir sempati beslerim, şiirlerini besteleyenleri kendime ayırırım. Müzikle alakasını hep takdir ederim, eserinde müziğin izlerini kovalarım. Bu yüzden Livaneli şarkısının yeri ayrı.

Hikâye anlatmayı seviyor Sait Faik; “iş”i bu zaten. “Sivriada Geceleri”nde bunu anlatıyor. Mazhar Alanson, hikâyeyi okuyup çok sevince cümleleri (azıcık değiştirerek) bir şarkıya taşımış, bu şarkıyı önce TRT’de seslendirmiş, sonrasında 1986 yılında yayımlanan Mazhar Fuat Özkan albümü “Vak the Rock”a almış. Şarkının adı, “Sanatçının Öyküsü”: “Bütün kabile kızar bana / Derler bu adam çalışmaz mı? / Bu adam hep düşünür mü? / Bir kuş ölmüş diye (oturup) üzülür mü? // Gündüz böyle diyenler gece olunca / Ateşler yakılınca / Denizler coşunca / Ben bir şarkı söylerim / Yorgun insanlara // Bakın bakın martılar uçar / Bakın bakın yıldızlar koşar / Bakın ne güzel bir hayat var dünyamızda // (Derken) Bir hüzün çöker / Bir garip olur insanlar / Yaklaşırlar birbirlerine / (İstesem) Şarkım sürer sabaha kadar / Melekler uçar üstünüzde // Bu sabah uyandırmamışlar beni / Ava giden dostlar / Ne güzel…”

MFÖ külliyatına girmesine rağmen katıksız bir Mazhar Alanson şarkısı bu. İlk kez, 1979 yılının 21 Nisan günü yayımlanan İzzet Öz programı Sihirli Lamba’da dinleyici karşısına çıkmış. Alanson, şarkıyı seslendirmeden önce uzun bir giriş yapmış, hikâyeyi anlatmış. Anlatımını bozmadan, programdan aynen aktarıyorum: “Çok çok eskilerde bir kabile varmış, insanlığın ilk günlerinde. Bu kabilede herkes gündüzleri sabah erkenden avlanmaya çıkarmış ve gece geç vakit dönerlermiş. Yalnız içlerinden biri bunlarla avlanmaya gitmezmiş, ormanlarda gezip tozar, aylak aylak dolaşırmış, kuşları dinlermiş, çiçekler koparırmış, dolaşır dururmuş. Fakat akşam geldikleri vakit hepsi yorgun argın olurlarmış, bizim birader de bunlara gündüz gördüklerini anlatırmış ve bunlar da birbirlerine sokulup yorgunluktan uyuyakalırlarmış. Derken içlerinden biri demiş ki ‘Ya bu adam’ demişler, ‘niçin çalışmıyor? Bunu da alıp biz ava götürelim’ demişler; bunu da zoraki ava götürmüşler. Tabi bizim birader de yorulmuş ve geldiğinde hiçbir şey anlatamayacak durumdaymış. Dolayısıyla hep birlikte yorgun argın uyumuşular. Günler birbirini kovalamış, derken bir boşluk hissetmiş bütün kabile. Yorgun argın avdan geliyorlar ve yatıyorlar. Eskiden biri bir şeyler anlatırdı oysa şimdi anlatan eden yok. Düşünmüşler taşınmışlar ve bizim biraderi bir sabah uyandırmadan ava gitmeye karar vermişler. İşte ‘Sanatçının Öyküsü’.”

Alanson, şarkılarını ve kendini anlattığı kitabı “Mazhar Olmak”ta (Alametifarika, 2009) bu şarkı için şu cümleyi kuruyor: “İlk Türkçe bestelerimdendir. Sait Faik’in ‘Sivriada Geceleri’ hikâyesinden esinlenmiştim.” Sonrasında programda anlattığı hikâyeyi neredeyse aynı cümlelerle tekrarlıyor ve sonunda şunu söylüyor: “Ben de adını ‘Sanatçının Öyküsü’ koyup biraz bir şeyler söylemeye çalıştım.”

“Sanatçının Öyküsü”, Sait Faik’e şahane bir saygı duruşu. Mazhar Alanson, şiirlerinden birini bestelemek varken zoru seçmiş, hikâyelerinden birini müziklemiş. Belki de tiyatroculuğundan gelen bir şey bu. Şiir dedim ama aslında çok şiiri yok Sait Faik’in. Külliyatın tamamı, 1953’te yayımlanan küçük kitap “Şimdi Sevişme Vakti” (Yenilik Yayınları) ve dergilerde kalmış birkaç şiirden ibaret… Bu yüzden, az şarkıda karşımıza çıkar: Ezginin Günlüğü’nün bestelediği “Şimdi Sevişme Vakti” ve “Hişt Hişt”e gönderme yapan aynı adlı şarkı dışında tek Sait Faik şarkısı, andığım. Bunları yazarken, Fazıl Say’ın 2014 yılında İstanbul Müzik Festivali tarafından ısmarlanan “Sait Faik’i Hatırlamak” adlı eserini unutmuyorum elbette. Eserin dünya prömiyeri, aynı yılın 25 Haziran günü Özen Yula’nın metinleri ve yönetimi ile Burgazada’da gerçekleşti.

Sait Faik, zamanının büyük bölümünü Beyoğlu’nda geçirirmiş. Sadun Tanju, “Eski Dostlar” adlı kitabında, onu şöyle anlatıyor: “Saat 11’e doğru Beyoğlu’nda arzı endam eder. Önce, Orman’a uğrayıp iki üç duble birayla bir şeyler atıştırır. Sonra Cadde-i Kebir’i [İstiklal Caddesi’ni] turlamaya başlar. Sinemaların önünde durup hangi filme gideceğini kararlaştırır. Akşamı edebilmek için en iyi yol 2.30 seansını kaçırmamaktır. İşin zor tarafı, o saatte sinemalarda görmediği bir filmi bulmasıdır. Öyle koltuk, balkon filan almaz, gider ‘Birinci’ye [birinci mevki] kurulur. Filmi seyrederken etrafındaki halktan insanların tepkileri, sesleri, hareketleri, filmi yaşıyormuş gibi davranışları Sait’i mest eder. Çok zaman o da onlara katılır. Şu anasını sattığımın dünyasında, hele o günlerin kan ve ateşle yoğrulmuş savaş acıları içinde, bir iki saat hayal âleminde yaşamak, herkesin anasının ak sütü gibi helaldir. Sinema çıkışı artık yaşamın tatlı zamanı gelmiştir. Şöyle bir tur attığı caddede kimseyle karşılaşmazsa, Nisuaz’a, Cumhuriyet’e, Nektar’a, Dandrino’ya, aklına hangisi estiyse birinden birine postu seriverir. Öbürleri de birer birer, ‘düşerler’, Sait’in sağına soluna tünerler. Saat altı buçuk oldu mu, Beyoğlu şıkır şıkırdır. Sait’e göre orta halli bir Avrupa caddesinden farkı da yoktur. O sıralar bütün Avrupa’nın savaş rüzgârlarıyla kavrulup savrulduğu düşünülürse, bir vaha, bir cennettir.”

Onun bir gününü bir de Necati Cimalı’dan dinleyelim: “İstiklâl Caddesi’nde Taksim’e kadar uzanıp dönüyor. Bir birahanenin sokağa yakın bir masasına yerleşiyoruz. Şaşıyorum. Ne kadar çok tanıdığı, dostu var. Caddede de öyleydi. Şimdi de dakika geçmiyor ki, birahanenin önünden geçen biri, kapıdan, ‘merhaba Sait’ diye başını uzatmasın. Her birine ‘merhaba kız, merhaba Yorgi’ diye adıyla yahut takılarak el sallıyor. Yıllar geçince Sait’in bu tarafını daha iyi tanıyorum. Beyoğlu’nda onunla yalnız kaldığımız akşamların çoğunda, beni her akşam başka bir yere götürüyor. Çoğu ikindi üzeri buluşuyoruz. Asmalımescit’te Elit pastanesine uğrayıp yaşlı Rumlar, mütekait memurlarla yüzü beş kuruştan briç oynuyoruz. Çoğu, Sait’le ben kaybediyoruz. Briç bitince, ‘eh’ diyor, ‘ne yapalım?’ ‘Sen bilirsin’ diyorum. Başlıyor pazarlığa. ‘Sen iki lira koy, bir lira da ben koyayım. Dona’ya uğrayalım. Salam alalım, tarama alalım, Tepebaşı’nda Mustafa’ya gidip bir şişe siyah şarap açtıralım. Oradan da sinemaya gideriz.’ Sonra da bundan güzel bir akşam geçiremeyeceğimize beni inandırmaya çalışıyor. ‘Fena mı’ diyor, ‘söyle Allahaşkına?’ Ben de ondan zengin değilim. ‘Güzel olmasına güzel ya,’ diyorum, ‘niye sen bir lira koyuyorsun?’ Pastaneden çekişe çekişe çıkıyoruz. Ama sonunda gene de Sait, hiçbir şey demeden, masrafları paylaşıyor.” Cumalı’nın bu sözleri, Sait Faik’in ölümünün ardından, 29 Mayıs 1954 tarihinde Demokrat İzmir gazetesinin sanat sayfasında yayımlanan yazıdan…

Sözü, onu iyi tanıyanlardan birine, Salâl Birsel’e devredeyim… Yazar, “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” adlı kitabında, Sait Faik’ten şöyle bahsediyor: “Sait Faik, Beyoğlu’nda, çokluk ikindi üstleri görünür. Gece yarılarına değin de ordan çıkmaz. Bir kahveye dalar. 15-20 dakika. Sonra başka bir kahve, bir meyhane, bir sergi, geceleri sinema, pek pek bir tiyatro ya da yine bir meyhane. Bu süre içinde de İstiklal caddesinde bir sürü gitmeler, gelmeler. Avuç dolusu volta. Anadolu Pasajı’ndaki Mehdi Baba’nın çayevinden Nisuaz, Petrograd, Moskova’ya değin girip çıkmadığı kahve, Nektar’dan Tuna, Balkan, Orman, Cumhuriyet, Özcan’a değin uğramadığı meyhane kalmaz. Kimi günler de alasabah İstanbul’u fellek fellek dolaşmaya çıkar. Beyazıt’ta havuzun başına tünemişse ‘Havuz Başı’ öyküsünü, Boğaz’a sarkmışsa ‘Menekşeli Vadi’yi, Yedikule’den dışarı çıkmışsa ‘Sur Dışı Hayat’ı yazar.”

Bira bahsine değindim, Sait Faik’in bira sevdiğini söyledim. Refik Durbaş’ın yıllar önce Cihat Burak’la yaptığı bir röportajda buna dair bir hikâye var: “Sait Faik ile 1946-47 yıllarında her akşam beraberdik. O sıralar ‘Makam Otomobili’ diye bir şey yazmıştım. Cumhuriyet Lokantası’na gittik. Sait ‘Oku’ dedi. Birisi demiş ki, ‘Beyanname okuyorlar.’ Biraz sonra iki adam geldi. 6-7 kişiyiz, karakola götürdüler bizi. Önce Sait girdi komiserin odasına, fakat bir türlü çıkmıyor. Meğer komiser Sait’in hayranı imiş, hikayelerini çok severmiş… Komiser, bizleri bıraktı. Sait, ‘Şimdi Orman’a gideceğiz’ dedi. Saat gecenin on biri. Orman, Beyoğlu’nda bir birahane. ‘Kapalıdır bu saatte’ dedik, ‘Ben açtırırım’ dedi Sait… Orman, gerçekten de kapalı. Sait, parmağındaki yüzükle cama vurdu. Perde kalktı, bir garson geldi, ‘Yok’ dedi, ‘kapalı’… Sait, bir daha vurdu cama ve bizi almadılar içeriye… O zaman Sait, başında fötr şapkası var, sırtında da paltosu, şöyle bir gerindi, bir tos vurdu cama, girdi içeri… Biz de turna katarı misali peşinden… Biz, yani Orhan Veli, Kel Fehmi, Suavi Koçer, ben, sonra Galatasaray’dan iki arkadaş… Tabii, şikayet üzerine o gece ikinci kez düştük karakola…”

Sait Faik bahsi uzamaya elverişli, hatıralar şahane. Anlatmak istediğim çok şey var ama bir noktada keseyim. Başka bir yazıda müzikli hatıralarına değinir, içinden müzik geçen hikâyelerinden söz ederim belki.

Sait Faik, memleketin en büyük değerlerinden. Sadece kiraz mevsiminde değil, her dem onu anmak elzem. Bize insan olmanın güzelliklerini anlatanlardan. Kiraz zamanı, onun dediği gibi “Para kazanmak değil / Sevişme vakti”. Belki de, yine ondan ilhamla, “Sana koşuyorum bir vapurun içinden” diyerek yürümenin tam zamanı. Dilimizde hikâyelerinden cümleler, kulağımızda yazının başında andığım Livaneli şarkısının nakaratı: “Dünyayı güzellik kurtaracak / Bir insanı sevmekle başlayacak her şey…”

Bunları yaptığımızda, onu okuduğumuzda, cümlelerini çoğalttığımızda her şey çok güzel olacak. Şu bir türlü gelemeyen bahar, biraz da bununla alakalı.


Murat Meriç Kimdir?

1972’de doğdu. Çanakkale ve İzmit’te okudu. Ankara’da kimya mühendisliği eğitimi alırken, dinlediği müziğin tarihine merak saldı ve oradan ilerledi. Kendini bildi bileli plak topluyor; okuyor, dinliyor, dinlediklerini yazıyor, sevdiklerini çalıyor. Kedi gibi meraklı. Rakı, roka, bamya, erik seviyor. Çanakkale - İstanbul arasında yaşıyor ama Ankaracı. 1996’da Müzük adlı dergiyi çıkartan ekipten. Sonrasında Roll mürettebatına katıldı. Mürekkep, Birikim, Milliyet Sanat, Virgül, Bant gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Yeni Binyıl, Radikal ve BirGün'ün yazarlarındandı. Ankara’da Radyo Arkadaş’ın kuruluşuna katıldı, radyo programları başta TRT, pek çok radyoda yayımlandı; kimi televizyon programlarının danışmanlığını yaptı, metnini yazdı. 2002 - 2003 yıllarında TRT için Kırkbeşlik adlı televizyon programını hazırladı ve sundu. Kalan Müzik için bir Tülay German albümü (Burçak Tarlası 64 – 87, 2001) derledi, pek çok albüme yazar ve danışman olarak katkıda bulundu. Pop Dedik / Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği (İletişim Yayınları, 2006), 100 Şarkıda Memleket Tarihi (Ağaçkakan Yayınları, 2016), Yerli Müzik (bi'bak Berlin, 2018) ve Hayat Dudaklarda Mey / Memleketin Anason Kokan Şarkıları (Anason İşleri Kitapları, 2019) adlı dört kitabı, üzerinde çalıştığı pek çok projesi var. Üniversitelerde ve kültür merkezlerinde müzik tarihi üzerine seminerler verdi, veriyor. Düzenli olarak Gazete Duvar'da, arada bir Kafa’da yazıyor; Açık Radyo için hazırladığı Harici Bellek başlıklı program salı günleri 19.30'da yayımlanıyor.