YAZARLAR

Havaalanı, leylekler ve eşeği saldım çayıra

Hayatımızı kendi yolunda kanat çırpan bir leylek sürüsüne de endekslemezler herhalde ve ‘bu kadar şeye de değer mi’ diye saf, nahif, zarif, masumiyet müzesinde sergilenecek bir hissiyat, insanı şöyle bir sarıyor. Sonra diyorum ki kendi kendime ‘devlet oğlum bunlar’...

Hemen baştan söylemeliyim ki eğer bir leylek uçak motoruna girdi diye düşen bir uçakta ölürsem leylekte bulmayın kabahati. Zaten merhum olacak leylek, bir de bundan dolayı ruhlar aleminde, sırtında olur olmaz yükler taşımasın. Leylekcağız binlerce yıllık kadim göç yolunda giderken, önüne iteklenmiş tarifeli bir uçağın, jet motoruna kendisini kaptırdıysa ne suçu var zavallının.

Leyleği havada görememiş pilotu da suçlamayın, maalesef çok muhtemel birlikte Allah rahmet eyleyeceğimiz arkadaş, araf yoldaşı, kara kutu yazarı, uçak şirketlerinin muhtemel suçlu listesi ilk satırı, havada bizle iki kez konuşan karizmatik ses olarak kalsın şu zahir ömrümüzde. Bir devlet havayolu şirketi ise, kadrolu olduğundan muhtemel şehitlik mertebesinde olma olasılığı ortadan kalkmasın bari.

Uçak korkum yok ama havaalanı korkusu başladı bende. Hayatının belli bir dilimini havaalanlarında geçirmiş birisi olarak, ciddi bir endişe kaynağı benim için bu. Yağmur ormanlarının ortasına, iki tarafındaki ağaçlar yakılarak açılmış, biraz genişçe cadde eninde topraklarına inmişliğim var ama en azından iki-üç kişilik uçaklardı bunlar ve pilotları Mister No’ya benziyorlardı. Görüntü olarak en azından. Ayrıca maceranın tadı, öyle koltuk araları darlaştırılmış ekonomik koltuklarda pek çıkmaz sanırım, bir de ortaya düşmüşsen hele. Yoksa bağla ipi beline bungee jumping yap, adrenalin senin, hayat senin, keyif senin. Fakat düğün halayı gibi, koltuklarımıza kemerlerle bağlanmış, ‘teyze, amca bir imza ver’, tarifeli uçak macerası hiç eğlenceli gelmiyor bana.

.

İnsan bu durumda ‘Bu kadar da kötü olamazlar ya’ diye düşünüyor doğrusu. Hayatımızı kendi yolunda kanat çırpan bir leylek sürüsüne de endekslemezler herhalde ve ‘bu kadar şeye de değer mi’ diye saf, nahif, zarif, masumiyet müzesinde sergilenecek bir hissiyat, insanı şöyle bir sarıyor. Sonra diyorum ki kendi kendime ‘devlet oğlum bunlar’ -buraya Diyarbakır ağzı yakışıyor.- Bunlarla, devlet fiilleri ile dolu tarihimize dalıp, mesela Çernobil sırasında bize çay içirmek için yaptıklarına bakıyorum. -Altı üstü çay ya.- Radyasyon artıklı çayı bize demleyince gidiyor diye yutturmak isteyen devlet büyüklerimizden söz ediyoruz. Aksine konuşanları vatan haini ilan edenlerden, kurtarıcı faşist cunta liderlerinden, neoliberal ekonomi kurucularından, işbirlikçi diplomalılar, kapı kulu bilim adamlarından -burada adam diye özellikle yazılmıştır.- Sonra ne kadar Polyanna okumuş olsak da gerçek oluyor insanın için.

Peki, bunu neden yapıyorlar? Bir nedeni var tabii ki. Nasıl olsa bir şey olmaz diye düşünülüyor öncelikle. Güzel bir özelleştirme örneği anlatıyordum bir ara. Karabük itfaiyesinde çalışan işçi kadroları daha önce sendikal hakka sahip olduğundan, memur olanlardan daha yüksek maaş alıyordu. Özelleştirme savunan partinin belediye başkanı, seçilir seçilmez onları işten çıkardı. Bir taşeron firmaya bu hizmeti verdi. Firmanın aldığı kârı saymazsanız, ucuzlamış sayılabiliyordu hizmet. Her şey yolundaydı. Eski işçiler yerine giren yeni işçilerin maliyeti düşüktü. Bir tek sorun vardı. Yangın söndürmeyi bilmiyorlardı. Bunu bana, memur kadrosundan işten çıkarılmayan itfaiyeci anlatmaya devam ediyordu. ‘Bir gün izindeyken telefon geldi. Çabuk yangın var gel diye. İtfaiye binası tutuşmuştu. Yandı.’

Yani uçak düşene kadar hiçbir sorun yok nasıl ki hızlı tren kazası olana kadar olduğu gibi ya da oldu da sorun oldu mu derseniz, ona bir şey diyemiyorum. Bir yumruk yükseliyor işte insanın boğazına, kara mizaha bile sığmayacak kadar kara…

Bir daha gelirsek soruya ‘Peki bunu neden yapıyorlar ?’ Geçen hafta yazdığım ‘altın vuruş’a ihtiyacı var artık ekonominin. Bu saçma ‘Dünyanın en büyük’ havaalanı da yetmeyecek, başta ‘Kanal İstanbul’ olmak üzere, nakde boğulmuş dünya piyasasından üstü dumanlı sıcak para, her ne pahasına olursa olsun ülkeye gelsin yeter ki. İnsanlar ölmüş, doğa bir daha geri dönülmez şekilde mahvolmuş, kuşlar, ağaçlar, yaşayan filan her ne varsa yok olmuş ne önemi var. Söz konusu iktidar olunca gerisi teferruat değil mi?

Biz vatan hainleri, vatana ihanet etmeye devam ediyoruz hâlâ. Sizin başa çıkılamaz büyüklük kompleksinizle dünyanın en büyük havaalanlarını eğer siz yaptıysanız, bu mukadderat değil şimdiden söylemeliyim size, bütün ölebilecekler ve leylekler adına…

Bizi leylekler getirmedi ve leylekler öldürmeyecek yani…

Fonda Âşık Meçhul’ün bir parçası çalar, cinsiyetçi olsa da…


Metin Yeğin Kimdir?

Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; dünyada Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...