YAZARLAR

Dost, anı, şehir, duygu: Biriktirmek

Şu günlerde çok sık dikkatimi çeken başka bir moda üzerine konuşmak isterim. Bir fiil ama fiil olmaktan daha büyük, daha gövdeli bir şeye evrilmiş zaman içinde: “Biriktirmek”. Zenginin malı nasıl yıllarca züğürdün çenesini yorduysa, artık kişisel medyalarımızda, görünenin ışığı görünmeyenin biriktirmesine sebep oluyor.

Burada daha önceden “aynen”, “iyi ki” gibi meseleler üzerine yazmıştım. Artık, “Evet, tamam, neden olmasın, doğru söylüyorsun, tabii ki” gibi her şey tedavülden kalktı malum. Önce liselilerden duyduğum, sonra neredeyse herkesten günde onlarca kere duyduğum “aynen”, dilimizin maymuncuğu olmuş durumda.

Sosyal medyadaki “iyi ki” çılgınlığı üzerine de yazmıştık. #iyiki hashtag’i, herkesin her şeye ve herkese “iyi ki” demesi, “iyi kilerim” gibi kullanımlar – “kilerim” tevriyesi de kendiliğinden tatlıymış gerçi. Burada da başka “sevinme nidası” kalmamış gibi, herkes artık “iyi ki” diyor. “İyiki” diye bitişik yazanları sentaks ve semantik bilimine havale ediyoruz.

Bir de “şükür ekonomisi” var. İnsanlar çılgınca, yemezse ölecekmiş hastalığına tutulmuş gibi şükrediyor. Bir arkadaşımın kalendermeşrep ve medrese eğitimi görmüş babası “İsteyen istediğine inansın. Ayakkabıya bile hakkıyla inanırsa, bulmak istediğini bulur,” dermiş. Duaya, şükre karışacak değilim velakin herkesin “Bakın aslında ben çok iyiyim” demek için “şükür” demesi, ne bileyim, biraz “şey”. Moda.

Şu günlerde çok sık dikkatimi çeken başka bir moda üzerine konuşmak isterim. Bir fiil ama fiil olmaktan daha büyük, daha gövdeli bir şeye evrilmiş zaman içinde: “Biriktirmek”. Zenginin malı nasıl yıllarca züğürdün çenesini yorduysa, artık kişisel medyalarımızda, görünenin ışığı görünmeyenin biriktirmesine sebep oluyor.

Cemal Süreya’ya, Can Yücel’e, Bukowski’ye, Nejat İşler’e ve daha nice (bu bağlamda) talihsiz insana atfedilen tuhaf sözler var malum, internet denen dünyada. Görünmek, görüntü, simülasyon, simulakr meselelerini konuşmak benim haddim değil, orada dağ gibi bir literatür de oluşmuş durumda zaten. Beni ilgilendiren, dil uzlaşımları. Nasıl her sınıftan insan, bir anda “biriktirmek” meraklısı oldu. Şu anda uyduruyorum ama ortalaması böyle: “Bu hayatta ne şan şöhret önemli. Banka hesabı mı, o da neymiş canım? Ben iyi insanlar, dostlar biriktirdim. Şükür. Hayat, sana bugün de bir #iyiki”. Hocam iyi güzel de, hangi tornadan çıktınız hepiniz böyle? Bu kadar “mühim” bir meseleye dair bütün tepkileriniz nasıl birkaç kelimenin/kavramın etrafında oluşabiliyor?

“Birik–“ Eski Türkçe. Nişanyan’a bağlanıyoruz: 1000’li yıllardan evvel, Uygurca Budist metinlerden bu yana var Türkçede. Gene 1000’li yılların başındaki Kutadgu Bilig’de de, 1300’lü yıllardaki Kısas-ı Enbiya’da da rastlanıyor. Birikim, birikinti gibi sözcükler bu kökten. Bizim meselemiz olan “biriktirmek” de. Nihayet, hepsinin kökü “bir”.

Kubbealtı’na bağlanıyoruz bu “oldurgan fiil” için. Oradaki manası “1. Bir yere toplamak, yığmak 2. Birbirine ekleyip çoğaltmak, saklamak üzere ayırıp arttırmak”. Ömer Seyfettin ve Ahmet Mithat Efendi emsallerini vermişler. Çok uzun yıllar “para biriktirmek” için kullanıldığını Ahmet Mithat alıntısından da anlıyoruz: “Paşadan, hanımlardan eline kaç para geçerse kumbaraya atar, para biriktirirdi.”

Yazım yanlışlarıyla dolu bir metin var, “Büyük bir arife sordular” diye başlıyor. Ne arif belli, ne yazan belli. “Neden bu kadar sakinsiniz?” diye sormuşlar anonim arife, o da beş maddelik bir cevap vermiş (bu madde madde yazma işi de başka bir hastalık, şimdilik geçelim). Maddelerin sonunda, niye madde dışı olduğunu bilmediğimiz bir hikmetli söz daha var. Doğrudan (tashih ederek) alıntılıyorum (kopyala yapıştır değil alın teri):

“Ve çokça kendimle kaldım; huzurumu besledim, yaralarımı sardım iyileştim. Tebessümümü çoğalttım. Kalabalıktan ve zamanın telaşından arındım, sadeleştim, yavaşladım kötüleri ayıkladım, iyi insanlar biriktirdim. Kendi sınavımda, kendimle ilgilenmekteyim.”

Hakikaten ekonomik dar boğazın bu kadar görünür olduğu, Antep’te bir işçinin kendini belediyenin önünde yaktığı, İstanbul’da Boğaz Köprüsü’nde bir vatandaşın arabasını yaktıktan sonra intihar ettiği, cezaevlerinde onlarca tutsağın açlık grevine girdiği ve artık tehlike sınırına varıldığı bir dönemde ağız dolusu “Hadi beni dinleyin, böyle kelimelere muhtaç değiliz. Ufkumuzu bu vasatlığa teslim etmemeliyiz,” diyecek değilim. Sanıyorum Berkin’in cenazesinden sonraydı, belleğim beni yanıltmıyorsa Osmanbey civarında bir duvar yazısı görmüştüm: “Ben bir öc peşindeyim.” (tashih yok, “c” ile.) İlla bir şey biriktireceksek, kanımca hayatımız ve hafızamız çok müsait.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.