Trump döneminde hegemonik restorasyon
ABD mutlak olarak küçülmüyor, düşmüyor, gerilemiyor. Ekonomisi 2008’den bu yana her yıl istikrarlı bir şekilde büyüyor, işsizlik oranı ve enflasyon düşük, savunma harcamaları azalmıyor. Ama küresel sistemin hâlâ ABD hegemonyası merkezli işliyor olması bunun hiç değişmeden böyle devam edeceği anlamına gelmiyor.
Yaşadığımız döneme ilişkin olarak küresel siyasette iki kritik süreç dikkat çekiyor. Birincisi, zamansal bir sıkışma, yani kısa bir süre içine çok sayıda gelişmenin sıkışması, ikincisiyse bununla doğrudan ilişkili olarak küresel sistemin ne yöne doğru gideceğinin bir türlü belirginleşememesi. Bu ve bundan sonraki yazılarda ABD hegemonyasının halihazırdaki durumunu ele alıp, Çin ve Rusya’nın bu geçiş dönemindeki yeri ve rollerini tartışacağım. Bu yazıda ise ABD ile Çin arasında yaşanan ve ticaret savaşıyla kendisini gösteren küresel gerilimi ABD hegemonyasının konumlanışıyla ve ömrünü uzatma çabasıyla açıklamaya çalışacağım. Temel argümanım ise ABD hegemonyasının küresel siyaseti düzenleme kapasitesinde azalma yaşanmasına rağmen, var olan düzen içinde yerine bir başkası konuncaya ya da toptan yepyeni bir düzen kuruluncaya kadar merkezi bir yere sahip olduğu ve bu uzlaşmanın bütün tarafların şikayetine rağmen devam edeceği olacak.
HEGEMONYAYA DAİR BİR HATIRLATMA
ABD’nin dünya sistemi içindeki yeri konusunda bir kafa karışıklığı var ve bu da anlaşılır bir durum. Özellikle Türkiye’deki hegemonya algısı daha çok Realpolitik’e dayanıyor ve güç mücadelesi üzerinden tanımlanıyor. Küresel hegemonya, kapitalizmin küresel ölçekte örgütlenmesinin gerekli kıldığı ihtiyaçlardan kaynaklanır ve öncelikle yapısal ve sınıfsal bir nitelik taşır. Bu haliyle küresel sistemin içine örülmüştür ve her bir kapitalist ülke hakim sınıfının aktif rızasıyla işler, ideolojik mekanizmalarla toplumlara nüfuz eder. Eğer kapitalizm küresel ölçekte işleyen bir sistem ise bunun da küresel ölçekteki fonksiyonlarını yerine getirecek bir ülkeye ihtiyaç duyar ve bu da sermaye birikiminin en yoğun olduğu, ekonomik, finansal, kurumsal, askeri, ideolojik ve kültürel açıdan en güçlü olduğu ülke tarafından yerine getirilir. 1945’ten itibaren bu rolü ABD yerine getiriyor.
HEGEMONİK DÖNÜŞÜMÜ ÖLÇMENİN KRİTERİ NE?
Dünya siyasetine daha çok güç mücadelesi ve güvenlik üzerinden bakanlar ise ABD hegemonyasını diğer büyük güçlerle küresel mücadele ve/veya bölgesel siyasete indirgeyip bu kriter üzerinden bir “düşüş” söylemi geliştiriyorlar. Hegemonya diğer devletleri ya da aktörleri kendi gücünü kullanarak istediğini yapmaya zorlamak ya da her bir bölgesel sorunu kendi lehine sonuçlandırmak değildir. Böyle bakıldığında, her bir bölgesel çekişmede eğer ABD istediğini almışsa başarılı sayılır ve hegemonyasının güçlü olduğu teyit edilir, başarısız ise düşüşe geçmiş olur. Oysa, ABD daha 1961’de yani çok güçlü olduğu dönemde bile Küba’ya müdahalede fiyasko yaşadı, 1974’te Vietnam’da mutlak bir yenilgiye uğradı. Ama 1953 İran, 1972 Şili, 1980 Türkiye darbeleri gayet de başarılı oldu. Afganistan ve Irak’ı işgal etmekte hiç zorlanmadı. Birçok yazar örneğin, ABD’nin geçtiğimiz ay Venezüela’daki başarısız darbe girişimini ABD’nin gücündeki azalmaya bağladı. Oysa, ABD’nin daha 2002’de Chavez’i devirme girişimi başarısız olmuştu. Yine, Kosova müdahalesinde hem de meşruiyet sorunu çekmeden başarılı oldu ve Kosova’yı Sırbistan’dan kopartabildi. Eğer bölgesel siyaset üzerinden bir analiz yapacaksak, ki bazen gerekli olabilir, o zaman hegemonik gücün tanımını şöyle yapmamız gerekebilir. Hegemonik güç dünyadaki her bölgesel sorunu kendi lehine çevirebilen değil her soruna etki edebilen, ona angaje olabilen güçtür. Buradan baktığımızda ABD’nin Venezüela, Afganistan, Libya, Filistin, Irak, Suriye, Kürt, Karabağ, Kıbrıs, İrlanda, Makedonya, K. Kore gibi birbirinden içerik ve coğrafi olarak çok uzak, farklı ve bir kısımını doğrudan kendisinin yarattığı bölgesel sorun ve çatışmaların ya içinde ya da parçası olduğunu görürüz. Sonuçta ABD’nin bu sorunların her birini kendi istediği yönde sonuçlandırması, ona ilahi bir güç atfetmemiz anlamına gelirdi. Ama hegemonik pozisyon bütün bunların bir şekilde bir tarafında yer almayı gerektiriyor ve bu fonksiyon devam ediyor.
Küresel sistem bütün sorunlarına rağmen 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin öncülüğünde kurulan uluslararası örgütlerin varlığında sürdürüyor ve bunlara üye ülkelerin sayısı artıyor. NATO üye sayısını iki katına çıkarak sorumluluk alanını bütün dünya olarak genişletti. 1990’lardan bu yana yeni ilan edilen bütün devletler IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü’ne üye oldular. Dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisinden yedisi ABD müttefiki, 20 en büyük ekonomide bu sayı 17. Yine, dünyada hiçbir ülke ABD kadar çok sayıda ülkeyle ittifak ilişkisi içinde değil. ABD, Kanada’dan Şili’ye, Avustralya’dan Pakistan’a, G. Kore’den Suudi Arabistan’a 60’a yakın ülkeyle kurumsal ya da ikili ittifak ilişkisi içinde. Yani, birine yapılan saldırı diğerine yapılmış sayılan türde bir anlaşmaya sahip. Bu sayı Çin için şimdilik sıfır. Bunun da ötesinde ABD’nin başka ülkelerinin iç yapılarına nüfuz edebilme, kendisine yakın ekonomik, siyasal, askeri kesim ve sınıflar devşirebilme kapasitesi var ve bu hala devam ediyor.
DOLARSIZ HEGEMONYA OLUNMAZ
ABD hegemonyasının en güçlü ayağı doların küresel ticaret ve rezerv parası olması. ABD hegemonyasının günümüzdeki işleyiş şeklinden rahatsız olan Rusya, Çin, hatta son zamanlarda Almanya gibi ülkeler bütün eleştirilerine rağmen dolardan vazgeçebilmiş ya da yerine bir şey koyabilmiş değiller. Bugün yabancı döviz rezervi olarak tutulan kaynak içinde doların dünyadaki payı yüzde 62. Toplamda ABD’den daha büyük bir ekonomi olan Avrupa Birliği’nin ortak parası euro’nun payı yüzde 20’de kalırken, ABD hegemonyasının yerine aday gösterilen Çin’in payı yüzde 2’nin altında ve uzun süredir yükselmiyor. Daha da ilginci, 2008 krizinin sonrasında Rusya ve Çin’in yeni bir küresel para çağrısında bulunmasına rağmen, sonrasındaki 10 yıl boyunca dolara olan talebin hiç azalmamış olması. Hatta, bu iki ülke de kendi paralarını kullanacaklarını ilan etmelerine rağmen birbirleriyle ticaretlerini hala dolarla yapıyorlar. AB Komisyon Başkanı da euro gibi bir para birimi varken, AB’nin enerji ithalatının yüzde 80’ini dolar ile yapmasından şikayet ediyordu. Dünyanın geri kalanındaki dolar miktarı, ABD’de kullanılan dolardan daha fazla. Yine dünyada en fazla yatırımı ABD çekiyor. 2017’de yaklaşık 354 milyar dolarla ABD kendisine yabancı yatırım çekerken, Çin bunun yarısı alabildi. Bu durumun ABD’ye büyük bir güç, imkan ve hareket kabiliyeti kazandırdığı, ABD’nin, bunu mecburen kapatacak ülkeler olduğu sürece bütçe açığı verebilmesini sağladığını belirtmek gerek. Bunun yerine yerel paralarla ticaret iddiası bir fantezi olabilir çünkü Türkiye gibi orta büyüklükteki bir ülke bile 200’e yakın ülkeyle dış ticaret yapıyor. Bu durumda her birinden kendi parasını aldığınızda bunun yaratacağı karmaşa ortada.
TRUMP İLE DEĞİŞEN NE
ABD mutlak olarak küçülmüyor, düşmüyor, gerilemiyor. Ekonomisi 2008’den bu yana her yıl istikrarlı bir şekilde büyüyor, işsizlik oranı ve enflasyon düşük, savunma harcamaları azalmıyor. Ama küresel sistemin hâlâ ABD hegemonyası merkezli işliyor olması bunun hiç değişmeden böyle devam edeceği anlamına gelmiyor. Sorun diğer ülkelerin öncelikle ekonomik olarak büyümeye başlaması, ABD’nin göreli olarak payının küçülmesi, bunun sonucunda küresel boyutta düzenleyicilik kapasitesinin gerilemesi. Bu trend önümüzdeki dönemde devam edecek.
Trump’ın devreye girişi bu noktada gerçekleşti. Trump’ın küreselleşme karşıtlığının da nedeni bu. O yüzden onun ABD’nin düşüşünü hızlandırdığı iddiası doğru değil. Trump’a yüklenen misyon bu gidişatı mümkün olduğunca yavaşlatmak. Başka bir yazının konusu olacak bu tartışma, ABD’nin küreselleşmeden bir adım geri çekilerek hegemonik restorasyon sürecine girdiğine işaret ediyor. Trump hem içeride hem de dünyada bir meşruiyet sorunu yaratmış olsa da, onun izlediği politika ABD’nin, Çin daha fazla güçlenmeden önceki son şansı.