Trump'ın misyonu ne?
ABD, küresel sorumluluklarını azaltarak, yurt dışındaki yatırımlarını geri çağırarak ve serbest ticareti kendi lehine daha fazla çevirerek göreli gücündeki azalmayı durdurma ve Çin’in hızlı büyümesini yavaşlatma stratejisine geçti. Dolayısıyla, küresel sistemde ABD müttefikleriyle özellikle ticari ilişkileri kendi lehine çevirme talebi Obama döneminde başlamıştı. Ama bunun nasıl gerçekleşeceği konusu belirsizdi ve Trump’ın misyonu bu noktada anlam kazandı.
Geçen yazıda ABD’nin hegemonik bir restorasyon sürecinde olduğunu, Amerika’nın mutlak gücünde bir azalma olmamakla birlikte, göreli olarak, yani diğer ülkeler güçlendiği için küresel sistemi düzenleme kapasitesinde bir aşınma yaşandığını belirtmiştim. Bu yazıda bu tartışmayı devam ettireceğim ve Trump yönetiminin bu kritik dönemeçte yüklendiği misyon üzerinde duracağım. ABD hegemonyası/emperyalizmi, küreselleşme ve yeni bir dünya düzeni üçgeninde yoğun bir tartışma yaşanıyor. Bu üç konu birbiriyle iç içe ve nasıl bir dünyada yaşayacağımızı belirleyecek. Amerikan kurulu düzeni, ABD’nin küresel sistem içindeki yeri ve rolü konusunda Trump yönetimiyle birlikte dış ticaret üzerinden yeni bir hamleye girişti ve bunun nasıl sonuçlanacağını henüz belli değil. Buradaki temel argümanım Trump yönetiminin bu çok kapsamlı restorasyon/yeni bir düzen kurma sürecinde küreselleşmenin ticaret boyutunda bir revizyona giderek dış ticaret düzenini ABD’nin lehine çevirme misyonunu üstlendiği olacak.
ABD MERKEZLİ KÜRESEL SİSTEM NEYDİ?
Bir hatırlatma yapmak gerekirse 2. Dünya Savaşı sonrası küresel sistem ABD merkezli kuruldu ve yine onun merkezinde olduğu ittifaklar, kurum/örgütler ve kurallarla işledi. ABD güvenliği sağlayacak, uluslararası ticarette ve rezerv para olarak dolar kullanılacaktı. Bu sistemin en önemli özelliği ABD’nin özellikle bazı müttefiklerini hem stratejik hem de ekonomik açıdan güçlendirmeye çalışması, bunu da yatırım ve kendi pazarını açmak suretiyle sağlamasıydı. Üçüncü Dünya’da ise bazen kendi bazen Batı sisteminin çıkarları için gerekli müdahaleleri üstlenecekti. Batı Avrupa ülkeleri ile Japonya ve daha sonra G. Kore, Tayvan bu düzenden yararlanarak hızla büyüdüler. Fakat 1970’lerden itibaren ABD Avrupa ve Japonya ekonomilerinin hızlı büyümesi karşısında ilk hamlelerini yine bu ülkelere yönelik olarak 1973 petrol krizi ve 1980’lerde bu ülkeleri paralarını değerlendirmeye zorlayarak yaptı. Hatta, 1990’larda Japonya ekonomisini kendi ihraç ürünlerine açmak için yoğun baskı uyguladı. Dolayısıyla, 1945 sonrasında Doğu Bloku ile ilişkiler realist bir perspektiften ele alınırken, 1970’lerin ortalarından itibaren ABD merkezli Batı sistemi içindeki ilişkiler liberal bir rekabet alanına dönüştü. ABD 1980’lerden itibaren özellikle güvenlik alanında diğer müttefiklerinin daha fazla sorumluluk almalarını talep ettiği burden-sharing, yükü paylaşma söylemini kullanıma soktu ama bu konuda hâlâ istediğini elde edemedi. 2000’lerden itibarense artık yükü paylaşma talebinin yanına, bir de free-rider, beleşçi söylemi yerleşti ve ABD’nin bakış açısından, kendisi küresel güvenliği sağlarken bundan faydalanan ama maliyetini ödemekten kaçınan ülkeler vardı ve bu durum değişmeliydi. Free-rider tartışmasını en çok gündeme getiren aslında Obama idi ve bir bakıma Trump dönemine geçişin ön hazırlığı yapıldı. ABD, küresel sorumluluklarını azaltarak, yurt dışındaki yatırımlarını geri çağırarak ve serbest ticareti kendi lehine daha fazla çevirerek göreli gücündeki azalmayı durdurma ve Çin’in hızlı büyümesini yavaşlatma stratejisine geçti. Dolayısıyla, küresel sistemde ABD müttefikleriyle özellikle ticari ilişkileri kendi lehine çevirme talebi Obama döneminde başlamıştı. Ama bunun nasıl gerçekleşeceği konusu belirsizdi ve Trump’ın misyonu bu noktada anlam kazandı.
EKONOMİK MİLLİYETÇİLİK GÖRÜŞÜ AĞIR BASTI
Üçüncü Dünya’dan ve eleştirel bir açıdan bakınca küresel sistemin işleyişinin her durumda ABD’ye yaradığı açıktır. Bu yaklaşımı eleştirel olmayan bir şekilde ABD içindeki liberal kesimler de savunuyorlar. Ama ABD’deki daha milliyetçi kesimler Amerika’nın koruyuculuğunu yaptığı ve merkezinde bulunduğu bu serbest ticaret düzenini ABD aleyhine işleyen bir sistem olarak gördüler ve bir süredir daha kapanmacı yeni bir ticaret sisteminin kurulması konusunda baskı yapmaya başladılar. Çin’in ekonomik olarak büyümesi, Rusya’nın daha fazla güç kullanması gibi gelişmeler milliyetçi kesimlerin argümanlarını güçlendirdi ve ABD, kendince ticari kayıplarını gidermeye yönelik bir stratejiye yöneldi. Trump’ın “Önce Amerika” sloganı tam da bu dönüşümü anlatıyordu. ABD neredeyse bütün kritik ticaret ortaklarına karşı ticaret konusunda bir mücadeleye girişecekse bunun için en uygun karakter Trump’tı. Bu süreçte Çin ile girişilen ve ticaret savaşı olarak görülen çekişme öne çıktı ama arada gözlerden kaçan husus ABD’nin daha önce ve aynı anda neredeyse bütün kritik müttefikleriyle bu türden bir mücadeleye girişmesiydi.
İLK AŞAMA ÇOK TARAFLILIKTAN ÇEKİLME
Cumhuriyetçi yönetimler genelde tek taraflılık (unilateral) denen ve uluslararası örgütleri önemsemeyen, müttefiklerine danışmayan ve onların çıkarlarını göz ardı eden bir dış politika izlerler. Fakat Trump yönetimi bu tek taraflılığı bir başka boyuta taşıdı. ABD burada şöyle bir mantık izledi. Uluslararası örgütler içinde birden fazla ülkeyi karşısına almaktansa, kendi gücünün sağladığı imkanı kullanarak ekonomik açıdan rakibi olan ülkeleri tek tek karşısına alarak istediğini daha kolay elde edebilmek. Bu çerçevede Trump yönetiminin ilk kararlarından biri daha proje düzeyinde olan Trans Pasifik Ortaklığı ve Trans Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortalığı girişimlerinden çekilmek oldu. Bunun yanında Paris İklim Anlaşması, BM Küresel Mülteci Sözleşmesi'nden çıktı, aşağıda değineceğim NAFTA’da değişiklik yaptı.
KÜRESEL TİCARETİ YENİDEN DÜZENLEMEK
ABD 1.6 trilyon dolarlık ihracat ve 2.5 trilyon dolarlık ithalatıyla dünya ticaretinde çok önemli bir yere sahip ve tahmin edilebileceği gibi dünyanın en büyük pazarı olarak daha çok önem taşıyor. Bu dış ticaret açığını da genelde yine ticaret yaptığı ülkeler kapatıyorlar. ABD 1976 yılından bu yana dış ticaretinde istisnasız her yıl açık veriyor ve bu eğilim, bazı yıllarda düşüş olsa da, giderek artıyor. Örneğin, 1977’de bu açık 31 milyar dolar iken, 2018’de 887 milyar dolara ulaştı. ABD son iki yıldır bu açığı azaltmak için açık verdiği ülkeleri Trump’ın kendisine özgü kaba tarzıyla baskılamaya çalışıyor. Bunun en etkili yollarından biri gümrük vergilerini yükseltmekti ki bunu yalnızca Çin’e yönelik olarak değil, genel olarak uyguladı.
Bu konuda ilk çekişmeyi Almanya ile yaşamıştı ve buna daha önceki bir yazıda değinmiştim. Bir diğer örneği ise NAFTA idi. Trump artık giderek deşifre olan yöntemini kullanarak önce bu anlaşmadan çekileceği blöfünü yaptı, ardından da anlaşmanın bazı hükümlerini değiştirmeyi kabul ettirdi. Buna göre ABD’li şirketlerin hem üretim hem de ticaret için örneğin süt ürünleri gibi bazı ürünlerin Kanada pazarına girişini kolaylaştıracak, her iki ülkeye araba ihracatını arttıracak önlemler, e-ticaret ve Meksika’ya yönelik otomobil sanayinde ücret alt sınırını belirleyen düzenlemeler yapıldı. Benzer şekilde Japonya’yla da Amerikan tarım ürünlerinin ve otomobillerinin ihracatını artırmaya yönelik anlaşmalar yapıldı.
Tabii ki Çin yaklaşık 400 milyar dolarlık fazla ile burada en kritik ülke ve ABD bu açığı devam ettirmek istemiyor. Çin de buna ABD ürünlerine ek gümrük vergisi koyarak karşılık verse de bu karşılıklı gümrük duvarlarını yükseltme süreci, Çin’in daha çok etkileneceği hesabına dayanıyor. Çin konusu kendi içinde önem taşıyor ve onu başka bir yazıda kapsamlı bir şekilde ele almak gerekiyor.
Daha ilginci, ABD’nin stratejik müttefiki olarak görülen İngiltere’ye de aynı şekilde yaklaşması. En son medyatik yönü öne çıkan Trump’ın İngiltere’ye yaptığı ziyaretin ana konusu yine ekonomik ilişkiler ve Çin idi. İngiltere’nin AB’den ayrılma sürecini avantaja çevirmek isteyen Trump, bu ülkeden, İngiliz kamuoyundan büyük tepki çeken, kamu destekli Ulusal Sağlık Sistemi'ni Amerikan özel sağlık şirketlerine açmasını istedi. Trump ayrıca Huawei’nin bu ülkede 5G alt yapısını kurmasına karşı olduğunu da belirtti.
Küresel sistemin ilginç bir kırılma noktasındayız. ABD bir yandan küresel sistemi, kendisinin daha fazla işine yarayacak bir çizgiye çekmek isterken, Çin’in de büyümesini yavaşlatmaya çalışan ikili bir stratejiyi hayata geçirdi. Bu strateji görüldüğü gibi kendi müttefikleriyle ilişkilerini de yeniden düzenlemesini gerektiriyor. Bu haliyle ABD küresel ekonomik sistemdeki göreli gerilemesini durdurmak isterken, bir yandan küreselleşmeden ve serbest ticaret sisteminden tamamen çekilemiyor ama Dışişleri Bakanı Pompeo’nun ağzından dillendirdiği, “ABD’nin ulusal egemenliği ilkesine dayalı bir liberal düzen” olacağı gibi ucube bir anlayışa dayandırmaya çalışıyor. Yani liberal bir düzen ama ABD’ye daha çok yarayacak. Her durumda bu politikanın sonuçlarının alınması ve sürdürülmesi için zamana ihtiyaç var ve büyük bir olasılıkla ikinci bir Trump yönetimiyle ABD’nin göreli kayıplarının geri alınmasının stratejik ve bir ihtimal askeri hamleleri bundan sonraki dönemin konusu olacak.