YAZARLAR

Haysiyet...

İlk kez duyduğum (çok yeni sayılır) bir yayınevinden, Kıraathane Kitapları’ndan çıkmış bir çalışma (2019). Kahramanları Gaye Boralığlu ve Ümit Kıvanç. Kahraman diyorum, zira ‘yazan’ konumunda değiller. İki değerli yazar belli aralıklarla bir araya gelmiş ve bir kavram üzerine fikir alışverişinde bulunup tartışmış. Ortaya okuması çok zevkli bir kitap çıkmış.

Haysiyet.

Yazması da, konuşması da kolay bir sözcük/kavram değil. Bir ağırlığı, güzelliği var. Haysiyet, ediniliyor. Bir gün, bir şeyden vazgeçmeyi gerektiriyor. Bir gün, açıkça hayır diyebilmeyi. Bir gün, görmezden gelmemeyi. Bir gün, inat etmeyi. Bir ömür inşa ediliyor. Bazen de, edilemiyor. Filizlendiği toprağa ve koşullara göre değişiyor tabii şekli şemaili. Bir kültürün haysiyetten anladığı, diğerinin gülümseme gerekçesi...

Haysiyet, onur, gurur, şeref... Sık ve bazen biri diğeri yerine kullanılan sözcükler. Eş anlamlısı ‘onur.’ Konuyla doğrudan ilgisi olmasa da (!) hemen burada çok kısa bir mesleki gevezelik yapmak istiyorum! Hatırlarsınız belki, sekiz yıl önceki seçimlerin ardından partiler arası ‘yeni anayasa’ komisyonu oluşturulmuştu. Dört partiden üçer üye. Toplam on iki milletvekili. İçlerinde yalnızca bir kadın (HDP) üye vardı. Erkek futbol takımı görünümündeki bu komisyon, ‘demokratik’ bir anayasa hazırlayacaktı.

Her neyse... O günlerde bir pazar günü, artık küçük boyutta yayınlanmaya başlayan Radikal’in ön sayfasında yeni anayasanın ilk maddesi müjdeleniyordu: “İnsan onur ve haysiyeti dokunulmazdır.” Alman Anayasası’na (1949- Temel Yasa) benzetmeye çalışmışlar ama tam olmamıştı! Eğer yeteri kadar TBMM Tutanak Dergisi okuduysanız, bir cümlede neden eş anlamlı iki sözcüğün arka arkaya kullanıldığını tahmin edebilirsiniz. Muhafazakâr üyeler Arapça, diğerleri Türkçe karşılığını tercih etmiştir. Tartışma çıkmıştır. Konu o kadar uzamıştır ki, sonunda biri çıkıp “İkisini birden yazalım,” demiştir. Sorun çözülür. Çaylar içilir.

Bu örneği, kuşkusuz sözcük tercihlerinin de ‘ideolojik’ olduğunu anlatabilmek için veriyorum. 1982 Anayasası hazırlanırken, ‘hürriyet’ mi yoksa ‘özgürlük’ mü olsun tartışması yapılıyor. Öyle ya, ‘Hürrrriyet” yazılırsa, çok daha güçlü bir söyleyişi olacak; ayrıca ‘özgürlüklerden’ de kurtulacaksın! Anayasa’daki tüm hak ve hürriyetlerin köküne kibrit suyu dökülürken gündeme geliyor bu tuhaflık.

Peki, eş anlamı iki sözcükten birini tercih etmek, diğeri lehine ya da aleyhine farka neden olur mu? ‘Haysiyet’i tercih eden bir yazar, neden ‘onur’u tercih etmemiştir. Bunun nedeni, yukarıdaki örnekte olduğu gibi ‘muhafazakârlık’ olmak zorunda değil, tahmin edebileceğiniz gibi. Misal, İstanbul ‘şehir,’ Ankara ‘kent’ benim için. İki yönetim birimi arasında bir fark var mı? Yok. Ama sözcükler arasında var işte, ikisi için aynı sıfatı kullanamıyorum.

Haysiyet, hem daha güçlü bir sözcük, hem de bir ‘anlamlandırma’ isteğinin karşılığı, Ümit Kıvanç ve Gaye Boralıoğlu için. Neyse ki yazı bitmeden, bu konuyu ele alışımın gerekçesine gelebildim!

Haysiyet, Gaye Boralıoğlu, Ümit Kıvanç, Kıraathane Yayınevi, 156 syf, 2019

İlk kez duyduğum (çok yeni sayılır) bir yayınevinden, Kıraathane Kitapları’ndan çıkmış bir çalışma (2019). Kahramanları Gaye Boralığlu ve Ümit Kıvanç. Kahraman diyorum, zira ‘yazan’ konumunda değiller. İki değerli yazar belli aralıklarla bir araya gelmiş ve bir kavram üzerine fikir alışverişinde bulunup tartışmış. Ortaya okuması çok zevkli bir kitap çıkmış. Öylesine güzel geçişler ve karşı çıkışlar var ki, okurken bazen araya girip bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyorsunuz!

Kitap Stüdyosu: Haysiyet.”

Arapça, onur, şeref, değer gibi karşılıkları olan ‘hays’ kökünden gelen haysiyet sözcüğünün kökeni, anlamı, farklı boyutları üzerine (kavram, bireyi iç dünyasındaki ve toplumsal/siyasal karşılıkları) konuşarak başlıyorlar. Latince kökeninin (dignitate) karşılığı, ‘güzel asalet.’ Haysiyet, toplumsal bir varlık olan insana özgü. ‘Haysiyet’ ve ‘riya’ kavramlarına yazılarında çok özel bir yer veren Kıvanç’ın, kitabın hemen başındaki cümleleri şöyle: “Haysiyeti tartışırken karşımıza çıkan sorunun, adaleti tartışırken karşımıza çıkan sorun gibi olduğunu düşünüyorum. Meşhur bir laf vardır: ‘Adaleti herkes başka türlü tarif eder ama adaletsizliği tarif etmekte herkes anlaşır.’ Haysiyet konusunda da biraz böyle geliyor bana... Tartışanlar çoğaldığı ölçüde çeşitli yerlerinden tutulabilir ama haysiyetsizlik konusunda daha net olacaktır insanlar.”

Boralıoğlu, insandan yola çıkarak varılan haysiyet tanımına pek katılmıyor. Tüyleri kesilmiş bir köpeğin kanepenin altından çıkmayışı ya da ölü yavrusunu sırtında taşıtan balina örneklerini hatırlatıyor. Hemen ardından Aristo’nun tanımına başvuruyor: “Haysiyet, onurlu şeylere sahip olmak değil, o onuru hak ettiğinin bilincinde olmaktır.”

Bu sayfalarda başlıyor iki yazar arasındaki görüş ayrılıkları ve yeni bir kapı aralamaya yönelik itirazlar. Kitap, dinmeyen itiraz ve ‘ama’larla ilerliyor. Siz de okurken, kendi kendinize itiraz ediyor, katılıyor ve katılmıyorsunuz. Bir okur olarak, Kıvanç’ın haysiyet için yaptığı “İnsanın ayırt edici özelliği,” tanımına katıldığımı söylemeliyim. Aristo’nun tanımını hatırlarsak; bir bilinç gerekiyor haysiyet için. Sahip olmak değil, hak ettiğinin bilincinde olmak. Haliyle, doğuştan kazanılan bir nitelik mi değil mi?

Bir şeyi açmak gerek sanırım. İnsan hakları kuramlarına, 17'nci-18'inci yüzyılda ürün veren kimi düşünürlerin doğa durumu-sözleşme betimlemelerine ve doğal hukuk-pozitivizm ayrımlarına bakıldığında, soruya dair farklı yaklaşımların bulunduğu görülür. Nitekim iki yazar insan hakları meselesine giriyor ama anlaşılabilir bir biçimde fazla oyalanmadan oradan başka konulara geçiyor. İnsanın bazı haklara doğumla birlikte sahip olduğu ve her insanın bir onuru olduğu ilkeleri... İlkini bir yana bırakalım. Hukuk metinlerinde, anayasalarda vs. yer alan ‘insan onuru,’ haysiyetli ya da haysiyetsiz, her bir insan için geçerlidir. Bu başka bir mesele. Dolayısıyla, “Bilmem kim insan mı ki, insan hakkı olsun?” sorusu, insan hakları hukuku açısından anlamsızdır. Kitapta tartışılan ‘haysiyet’ ise bir yanıyla hukukun konusu insan onurunu kapsıyor olsa da aslında daha fazlasını anlatıyor. Bir örnek: İşkence gören de işkenceci de insandır ve dokunulmaz olan ‘insan onuru,’ ikisi için de geçerlidir. Fakat biri, onursuzluk/haysiyetsizlikle malûldür. Mesele bu.

Bu nedenle haysiyetin, ‘kazanılan,’ ‘elde edilen,’ ezcümle, emek gerektiren bir haslet olduğunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var. Örneğin, mahcubiyet. Mahcup olamayan biri, nasıl insani muhakeme yapacak? O muhakeme, insanın önce kendisini yerden yere vurmasını gerektirmiyor mu? Rahmetli annem, “Allah’tan korkmaz kuldan utanmaz,” derdi sinirlendiğine. Memlekette mahcup olabilmenin giderek daha nadir görülen bir davranış haline gelişi vahim değil mi? Bırakın sığ siyasi tartışmaları, akşam eve sakin dönebilen, o gün içinde bir kabalıkla karşılaşmamış tanıdığınız var mı? Şehir sularına bir bönlük ve arsızlık sıvısı katılmış gibi.

Boralıoğlu-Kıvanç diyaloğu tarihsel gözlemlere de yer veriyor. Batı tarihi, Türkiye tarihi, o tarihin şimdiki aşaması...

Peki haysiyet öğretilebilir mi? Eh kuşkusuz. Başka türlü nasıl edinir insan! Peki başlı başına bir ‘haysiyetsizlik’ kaynağı olan kapitalizmde bu mümkün mü? Kolay iş değil. Bu sistem, öncelikle hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı, kazanmayı, giyinmeyi, harcamayı, biriktirmeyi salık veriyor bize. Ya dinler, inanç sistemleri? Sınıflı toplumlarda dinin işlevi? Ahlaktan kopuk bir din nasıl olur? Bana kalırsa imandan, seküler ahlakı çıkarınca geriye İŞİD kalır. Bir ateist son derece ahlaklı, haysiyetli olabilir. Bir dindar, ahlaklı ve haysiyetli olabilir. Ve bir dindar, ahlaklı olmayabilir. Bu satırları okuyanlar örnek bulmakta çok zorlanmazlar diye tahmin ediyorum. Uzatmadan şöyle bitsin din konusu: Din/iman, toplumsal (ister laik ister seküler ilişki biçimleri denilsin, fark etmez) ahlaktan koparıldığında, kapitalizmin gereksinim duyduğu insan ve ilişki biçimine uygun rıza üretilmiş oluyor. ‘Rezidans’ ve ‘dört çeker jip’ dindarlığına eşlik eden, ‘kulağıma su kaçınca orucum bozulur mu?’ imanı.

Mültecilikten üçüncü dünyacılığa, işkence-iktidar ilişkisinden faşizme, yas tutma hakkından düşmana saygıya, haysiyet ile sınıf gerçeği ilişkisine, devlet-yurttaş ilişkisinden haysiyetin cesaret ile bağına, aşk ilişkisinden aile ilişkisine ve oradan Sarı Yelekliler hareketine, yazı yazmanın risklerinden yalan dolana inanmaya ya da inanmış gibi yapmaya ve Kürtler’in, ezilenlerin, tahtakurusu ile uyumak istemediği için hedef gösterilip tutuklanan işçilerin hâllerine... Sahi, işçi ölümleri bir haysiyet konusu değil mi?

Çok şey konuşuluyor kitapta. Bakmayın konu çeşitliğinin verdiği ‘savrukluk’ izlenimine, her biri bir yerde diğerine bağlanıyor. Filmlerden, kitaplardan örnekler veriliyor. Dedim ya, bazen lafa karışmak istedim! Karışabilsem, örneğin “12 Öfkeli Adam” filmini ve “Cyrano de Bergerac”ı da haysiyet listesine eklerdim. Cyrano önerim biraz çocuksu, fazla romantik gelecek belki. Gelirse gelsin!

Yukarıda özetlemeye çalıştığım başlıkların her birine ilişkin sayfalarca yazılabilir. Her satırda başka bir hatıra geliyor insanın aklına. Sizi bilmem, benim şu yaşıma dek, “Acep şu sözüm ya da davranışım doğru muydu?”, “Ne halt etmeye söyledim ki?” “Allah beni kahretsin!” dediğim çok oldu. Çeyrek yüzyıldır aklımdan çıkaramadığım şeyler var. “Neden öyle davrandım?” Muhtemelen ölene dek hesaplaşacağım bazı saçmalıklarımla. Tahmin ediyorum sizin de vardır, haysiyet terazisine çıkardığınız anlarınız.

Kitabın 65-66. sayfalarına gelince, birden konu ‘bize’ geliyor! Bana ve KHK ile atılan diğerlerine, meslektaşlarıma. Haysiyet konulu kitapta, ‘sivil ölüm’ adı verilen ve siyasal İslamcı ahlakının nefis bir örneğini oluşturan hikâyeden söz etmeden olmazdı tabii. Konu, Hannah Arendt’ten açılıyor aslında. Arendt’in ifadesiyle “Haklara sahip olma hakkının gasbı.” Uyduruk KHK’lerle, yurttaşların pek çok hakkının gasp edilip açlığa ve işsizliğe mahkum edilmesinin özeti. Arendt bu ifadeleri Nazi deneyimi üzerine yazarken kullanıyor malumunuz. Nazi deneyimi.

Evet, bir insanın temel haklarından ve yurttaşlığından mahrum edilmesinin şahane tanımı hakikaten, ‘haklara sahip olma hakkının gaspı.’ Nedensiz gözaltılar, nedensiz tutuklamalar, yıllarca pisi pisine hapiste tutmalar, işkence ve kötü muamele, kayıplar, yargısız infazlar, sorgusuz sualsiz açlığa mahkûmiyet...

Ahmet Şık’ın savunmasını, Selahattin Demirtaş’ı anmadan olur mu burada? Ne dedi mahkemede Demirtaş, “Sizden beraat talep etmiyorum.” Kapağında ‘Haysiyet’ yazan bir kitabın içinde yalnızca bu cümle yer alsa. Yetmez mi?

Madem konu ‘sivil ölüme’ gelmiş kitapta, izninizle kişisel bir deneyimle bitirmek istiyorum yazıyı.

Atılan, yani ‘sivil ölüme’ mahkum edilmek istenen meslektaşlarımla konuşursanız, hepsinde bir ‘kırılma’ anı olduğunu görürsünüz. Atılan imzadan pişmanlık, rejimin niteliğinden habersizlik, memleketi tanımamaktan kaynaklanabilecek manasız hüzün değil, söylemek istediğim. Kimsede böyle şeyler olmadı.

Kastettiğim, çok daha insani bir şeyler. Koridor komşusunun, adını listeye yazdıranlardan biri olduğunu öğrenmek... Yıllardır yüz yüze bakılan meslektaşların, kapılarını kapayıp geçmiş olsun dahi demeyişi... Ömrü boyunca Arendt çalışmış ‘atılan’ felsefecilerin olmadığı, korkudan (!) davet edilemediği ‘Arendt toplantısının’ yapılabilmesi, örneğin. Ve o toplantının başlığının, “Hakikat ve Adalet” oluşu! Böyle hikâyeler kırdı insanların kalbini. Yıllarca aynı masada yemek yediğinin, haysiyetsizliğine tanık olmak.

Atıldıktan bir hafta sonraydı sanırım. Ankara’nın şubat soğuğu. Hafta sonu, babadan kalma aracımla kampüse gittim kitapları taşımak için. Yirmi dokuz yıldır girdiğim kapıdan, almadılar. Özel güvenlik, güvenlik gerekçesiyle izin veremeyeceğini tebliğ etti. “Yahu toplanmak zorundayım, ne demek alamıyoruz,” dediğimde, utandılar (bu iyi bir şey!) ve “Hocam o zaman arka kapıdan girin, kamerayla gözlüyorlar, bizim başımız derde girmesin,” dediler. Kampüsün arka kapısından girip yirmi bir yıldır oturduğum odama varabildim. Kitaplarımı, eşyalarımı aracın bagajına ve koltuklarına doldurdum.

Bir KHK’de olmak, atılmak, iş bulmanın engellenmesi, yurt dışı yasağı vs. zerre kadar umursamıyorum bunları. Hikâyenin devamını tahmin ediyorum çünkü. Ciğeri beş para etmez haysiyetsiz çakalın biri, politik bakımdan hazzetmediklerinin adını bir listeye yazdığı için, üzülecek değilim. Hiçbirimiz değiliz. Nasıl bir rejimde yaşadığımı ve diğer insanların ne çektiğini, yaşadığını da biliyorum. Hepimiz biliyoruz.

Fakat o kapıdaki davranış kazındı kaldı zihnime. O haysiyetsizlik. Bir de o kapının ardında oturup olanları ‘hiç umursamayan’ sahtekâr meslektaşların hâli. Haysiyet? Ne ağır ve güzel bir sözcük...

Gaye Boralıoğlu’nun sözcükleriyle bitiyor kitap:

“Allah hepimize haysiyetli ölüm nasip etsin.”


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.