YAZARLAR

Yargımız bağımsızdır, mantıktan bile

İktidarın iktidarı elde tutmak için tuttuğu her yol mubah siyasetinin yeni sonucu: Yargı bağımsızlığını ilan etti. Yok, yürütmeden değil. Hukuktan bağımsızlığını zaten ilan etmişti. Şimdi mantıktan ve iletişimi mümkün kılan ilkelerden, kurallardan bağımsızlığa sıçradı.

Bir yaşıma daha girdim lafı doğru olsa hepimiz çoktan ölmüş olurduk.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi sadece “siyasal” bir vaka değil, (31 Mart sonrası iktidar ve partisinin seçtiği yolun doğal sonucu olarak) bir hukuk vakası da… Yani bir adalet meselesi. Ortalığı saran yalan dolanlı sis perdesi bunu gizlemekten başka bir amaç taşımıyor. İktidar blokunun şöhretli bir uleması yalan dolan mubahtır fetvasını da bu yüzden verdi.

CEPHEYE SÜRÜLEN BELEDİYE ÇALIŞANLARI

Geçen gün İBB çalışanlarının CHP adayı Ekrem İmamoğlu’na karşı eyleme sürüklenmesi, sadece büyük harfle hukuku değil, “kurum hukuku”, “hemşerilik hukuku” ve “bürokrasi hukuku”nu da tahrip eden bir girişimdi.

İki mesaj vardı, iki yönlü şantaj, bir: Belediye, her şeyiyle bizim. Öyle tarafsız bürokrasi, çalışan falan diye bir şey yok. İmamoğlu kazansa da yönettirmeyiz. İki: Belediye her şeyiyle bizim. İmamoğlu kazanırsa, bizim olmaktan çıkar.

Bürokratik tarafsızlık, her ne kadar teorideki güzelliğine hiçbir yerde ulaşamamış olsa da hiçbir yerde saf halde görülemese de siyasal mücadelelerde devletin nispeten yansız ve üst konumunu kabule dayanır. Belediye çalışanları, halkın oyunu vermesinden sonra mazbatayı alacak adaya karşı “istemeyiz” çıkışını yaparlarsa ve bu meşru görülürse, seçim denilen şeyin meşru olmadığı ilan edilmiş sayılır. Esasen Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidara geldikten sonra bürokraside kendisine karşı bir “istemezük”çülük bulunduğunu ve bunun demokratik olmadığını çok söylemiştir. O zaman haklıydıysa, şimdi haksızdır. Şimdi haklıysa, o zaman haksızdı.

Bu niye yapıldı? Seçimin bir adalet ve hukuk seçimi olduğunu gizlemek için. Oysa bunun kendisi seçimin bir adalet ve hukuk seçimi olduğunu gösterir, tek başına.

MAHKEMEYİ AYIPLAYAN MAHKEME

Seçim, derin ve ciddi bir hukuk ve adalet sorunu haline geldi dedik. Adalet ve hukuk da ciddi bir siyasal sorun haline gelmiş durumda. Bunu iktidar da biliyor ki “yargı reformu stratejisi” isimli, sunuştaki tantanaya bakarsak çok iddialı bir metin ilan etti. Öyle anlaşılıyor ki bu belgeye inanmayan ve hiç önemsemeyen kesim, “reforme” edileceği ilan edilen “yargı” teşkilatının aktörlerinin bizzat kendisi.

İstanbul’da dün “Barış İçin Akademisyenler” (BAK) grubuna açılan davalardan bazıları görüldü. Birinde, “Bir yaşıma daha girdim” lafını çağıran manzaralar yaşandı. Noemi Levy Aksu yargılanırken avukatı Anayasa Mahkemesi’nin Ayşe öğretmen kararına ve bazı BAK bireysel başvuru dosyalarını birleştirmesine atıfta bulunarak, kararın hemen verilmemesini istedi. Talep reddedildi. Normal, diyelim. Avukatın, yargıda reform strateji belgesini hatırlatması da işe yaramadı, “Biz de onu okuduk” deyip geçti yargıç. Normal, diyelim.

Asıl bomba sonra geldi: Avukat, ifade özgürlüğü konusunda bir mahkemenin verdiği ve Yargıtay’ın da onayladığı bir kararı sundu. Cevap akıl alır gibi değildi:

“O mahkemenin ayıbı. Terör örgütünü övmek ifade özgürlüğü müdür? Şurada bir bayana tecavüz edilse ona da ifade özgürlüğü mü diyeceğiz? Yani şurada bir kadına tecavüz edilse bunu savunabilecek misiniz?”

ANTİ-HUKUKTA YENİ SEVİYE

Önce zor tecavüz meselesini geçip en kolay yerden başlayalım: Bir yargıç, bir başka mahkeme kararını, hem de duruşma yaparken ayıplayamaz. Duyulmuş, görülmüş, anlaşılır, inanılır şey değil. Üstelik, (bir üst mahkemece) onaylanmış bir karardan söz ediyoruz. Bu, bağımsızlık demek. Yok, yargı bağımsızlığı değil, yargıç bağımsızlığı. Tecavüz meselesi nereden çıktı peki? Tecavüzle ifade özgürlüğü tartışması ya da “terör propagandası” arasında ne bağ var? Hiçbir bağ yok. Hukuktan bağımsızlık, mantıktan ve iletişimi mümkün kılan ilkelerden, kurallardan bağımsızlığa sıçradı. Yargısal salto mortale. İlkeler, kurallar, usuller bir siyasal kesimin çıkarlarını korumak üzere istikrarlı biçimde terse çevriliyorsa, bu işler içişleri bakanlığı tescilli ve onaylı, şiddet dolu erkek dili eşliğinde sürüyorsa, konuşanın gücü dışında bir kural ortama hakim değilse, “bayana tecavüz” ile yargı konusu arasında bir bağ olması da gerekmez.

Anti-hukuk günlerindeyiz. Temel hukuki kural ve ilkelerin hukuktan beklenen yararı tam tersine çevirecek şekilde yorumlaması ana yöntem halinde. Şimdi anti-hukuk ilminde birkaç seviye daha aşağı atlamış haldeyiz: Artık, düşünmeyi mümkün kılan mantıksal ve konuşmayı mümkün kılan iletişimsel kural ve ilkelerin tam ters amaçlara hizmet edecek şekilde kullanıldığını görüyoruz.

EFESLİ (YOK, PONTUS DEĞİL, VALLA) HERAKLEİTOS

Kadim zamanlardan Efesli Herakleitos konuşuyor: “Mantıklı konuşarak herkesçe paylaşılan sağduyuyu güçlendirmeliyiz, tıpkı bir şehrin yasayla güçlendirilmesi gibi. Çünkü tüm insani yasalar tek bir ilahi yasayla beslenir.” (Aktaran Kojin Karatani, İzonomi ve Felsefenin Kökenleri, Metis Yayınları, Çeviren Ahmet Nüvit Bingöl.)

Her şeye üstün gelen, polis’in yasalarını aşan, evrensel şey, filozofun “logos” diye adlandırdığı şeydir. Bu antik Yunanlı filozofun mantıklı, logosa uygun konuşma (demek ki düşünme) önerisi, yasaların gücünü kaybetmemesi içindir, ona göre yasaları korumak için tıpkı kentin surlarını korumak için olduğu gibi mücadele etmek gerekir. Efeslileri, böyle davranmadıkları için, Perslere teslim oldukları için yerden yere vurur.

Yargıçlar mantıksızlıktan korkmaması gereken kişiler listesinde son sırada gelmez. Çünkü onlar, bütün yurttaşlar hakkında sonuç doğuran sözler söyleme yetkisine sahiptirler. Sözleri, fizik alemde sonuç doğurur. Yargının mantıkla bağını koparmasından ilk korkması gereken, buna duble yollar açan iktidarın bizzat kendisidir. Bundan en çok zarar görecek olansa toplumdur. Bu yüzden 23 Haziran, öncelikle bir adalet seçimi niteliğini taşıyor.