Kendisini tüketen bir iktidar olarak AKP
Şu an AKP’yi otoriterlik dışında tanımlayacak bir sıfat yok. Ne İslamcı, ne milliyetçi, ne (muhafazakar) demokrat, ne Batıcı, ne Avrasyacı, ne anti-emperyalist. Bütün bu öğelerden zamanı gelince faydalanmaya çalışan, kendisini tanımlayabildiği ya da bizim ona atfedebileceğimiz bir kimliği olmayan, tek meselesi günlük hamlelerle iktidarda kalışını uzatmaya çalışan ama her hamlesiyle kendisini çöküşe götüren bir yönetimle karşı karşıyayız.
En büyük zararı AKP iktidarının kendisine verecek olan İstanbul tekrar seçimi, genel bir çöküş eğiliminin parçası olması nedeniyle önem taşıyor. Bu yüzden küresel sistemin gidişatı üzerine devam eden tartışma dizisine bir haftalık ara verip, Erdoğan rejiminin içine girdiği ve geri döndürmesi giderek ihtimal dışı olmaya başlayan düşüşünün iç ve dış koşulları üzerinde duracağım. Türkiye’deki İslamcı hareketin yeniden vücut bulmuş hali olarak yükselen ve başta ABD, AB ve Körfez ülkelerinden yoğun bir destek alarak el üstünde tutulan ve Türkiye’deki demokratikleşmenin taşıyıcısı olarak görülen AKP, 2010’lardan itibaren dünyada yükselişe geçen sağ popülizmin otoriter dalganın Türkiye’deki temsilcisi oldu ve Batı’nın bu kez otoriterleşmesine göz yummasının avantajını kullanmaya çalıştı. Ama iktidarını otoriter bir zeminde sürdürmeye dayalı bu son hamlesi kendi tükenişinin de hazırlayıcısı oldu.
FARKLI BİR KRİZ
Türkiye, ilk defa siyasal ve ekonomik kriz yaşamıyor, ki bu ikisi genellikle iç içedir. Türkiye gibi bir ülke için kronikleşmiş ya da derin yaşanan ekonomik kriz aynı zamanda siyasal kriz demektir. AKP uzun iktidarı sürecinde aşama aşama hem kendisini hem de ülkeyi, şimdiye kadar görülmemiş türde bir krizin içine soktu. Geçmişteki örneklerinden birçok açıdan ayrışan bu kriz AKP açısından bakıldığında siyasal, ideolojik ve en son yerel yönetim krizi olarak görünürken, ülke içinse ekonomik kriz, ağırlaşan dış politika ve güvenlik açmazı, ayrıca başta yargı ve silahlı kuvvetler olmak üzere, seçim süreçleri, üniversite giriş sınavları olmak üzere kurumların ve normların erozyona uğraması şeklinde tezahür etti. Dahası Erdoğan yönetiminin bu durumdan nasıl çıkılabileceğine dair bir fikir ve programı bulunmadığı gibi, böyle bir tespitinin ve niyetinin olduğu bile şüpheli. Bu açıdan bakıldığında AKP’nin Türkiye’ye bir tür “çoklu organ yetmezliği” yaşattığı görülüyor. Burada ilginç bir durum var. AKP iktidarı bu kriz halini, 2002’den bu yana girdiği bütün seçimleri kazanmış, en yakın rakibi olan CHP’ye rüyasında göremeyeceği 20-25 puan fark atmış, Türkiye toplumsal ve siyasal yapısı içinde akıllıca bir hamleyle kurulabileceği en güçlü ideolojik ittifak olan “İslamcı-milliyetçi” akımı bir araya getirmiş, yıllardır elindeki bütün imkanları kendisine yakın bir sermaye sınıfı oluşturmaya harcamış ve onun desteğini almış, bütün devlet aygıtını kontrol eder hale gelmiş ve daha geçen yıl seçimlerden yüzde 42 oy ile yine birinci parti olarak çıkmış (CHP yüzde 22) olma koşullarında yaşıyor.
ULUSLARARASI ORTAMIN ELVERİŞLİLİĞİ
Dahası, şu anki uluslararası ortamın dinamikleri de yine AKP lehine. AKP, iktidara geliş koşulları açısından İslam ile demokratikleşmenin mümkün olduğunu gösteren örneklerden biri olarak desteklenen bir projeydi. Gerek kapitalizmin genel ve yapısal krizinin sonuçları, gerekse Ortadoğu coğrafyasında ılımlı İslamcılığın işlemediğinin görülmesi, Batı’yı Ortadoğu’da meşruiyete sahip rejimler üzerinden bağımlılık ilişkisini yeniden üretme politikasından vazgeçmeye itti. Bu noktadan, yani kabaca 2013’ten sonra AKP’yi, sıkıca sarılmaktan vazgeçmediği neoliberal politikaları izlemenin dışında, Batı sistemi için değerli kılan bir yönü kalmamıştı. Bunu fark eden Erdoğan ve ekibi, yeni bir arayışa girerek milliyetçi ve Avrasyacı bir ittifaka tutundu.
Küreselleşmenin unsurlarından biri olan kimlik siyaseti, demokratikleşme ve insan hakları, Batı sisteminin gündeminden düşüyordu ve 1980’lerin ortalarından beri Batı ilk kez Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ve demokratikleşmeden uzaklaşma pratikleri karşısında göstermelik birkaç açıklama dışında, kayıtsız kalmaya başlamıştı ve bu AKP için bulunmaz bir nimetti. Medya AKP’nin eline geçmiş, İstanbul sermayesi sindirilmiş, sivil toplum kuruluşları, muhalif kesimler hukuksuz tutuklamalarla baskı altına alınmış, ordu en azından görüntü itibariyle AKP kontrolü altına girmişti. Bu durumda, eldeki bu kadar imkana ve bu iç ve dış koşullardaki elverişli koşullara rağmen AKP siyaseti neden tıkandı sorusu akla geliyor.
Bunlardan ekonomideki küçülme ilk akla gelen ve en makul açıklama. Bu konuda uzmanlarınca yeterince tartışma yapıldığı için burada tekrarlamaya gerek yok. Bununla birlikte, ekonomiyle ilgili AKP’yi zor durumda bırakan ve onu diğer otoriter örneklerden ayıran iki kritik noktaya değinmekte yarar var: İlki, diğer bazı otoriterlik örneklerinde görüldüğü gibi, 17 yıllık iktidardan sonra, AKP, 2002’de yaptığı gibi, ekonomideki bozulmadan eski yönetimleri sorumlu tutma imkanına sahip değil. O yüzden sorumluluğu “üst akıla” yüklemeye çalıştıysa da bunun tam bir toplumsal karşılığı olmadı. İkincisi, yine günümüzde Batı’daki diğer bazı örneklerde görüldüğü gibi AKP ekonomideki sorunları Suriyeli ve diğer göçmelere yükleyemedi. Aslında toplumda da bunun için uygun bir zemin bulunuyordu. Ama AKP hem bu durumdan kendisi sorumlu olduğu ve bundan siyasal olarak faydalanma imkanı olduğunu düşündüğü için bunu da devreye sokamadı.
OTORİTERLİĞİ İTTİFAK KURARAK İNŞA ETMEK!
AKP, otoriterliğini inşa sürecinde, 2015-2016 uğrağında, MHP’yle açık ve Vatan Partisi'yle üstü örtülü ittifak kurmak zorunda kaldı. Bu, onu dünyadaki diğer örneklerden ayrıştırdı. Bunun getirdiği iki temel zorluk vardı: Birincisi, iktidarını sürdürmek için özellikle MHP’nin desteğine açık hale geldi, ister istemez onun gündemi siyasal iktidarın gündeminin bir kısmını oluşturdu. MHP, AKP için bir tür veto gücünü elinde bulunduran kritik aktöre dönüştü. İkincisi, AKP otoriterliğini kendi ideolojisiyle kuramadı. Bir dönem kullandığı milliyetçilik karşıtı söylemden sonra, sık yaptığı hızlı dönüşlerinden birini yaparak, ödünç aldığı bir ideolojiyle ve bir ittifak içinde otoriterlik kurmaya çalıştı. Bu otoriterliği kurmaya çalışırken yanında kendisine bağlı ama hâlâ görece cılız bir sermaye grubu ve orta sınıf varken, karşısında geçmişten gelen birikime sahip, dinamik, dirençli, ülkenin entelektüel, sanatsal ve maddi üretim süreçlerinin çoğunluğunu elinde bulunduran, dünyaya açık, yaratıcı seküler orta sınıf bulunuyordu. Onun direncini, söylemini ve ahlaki üstünlüğünü, kısacası hegemonyasını aşamadı. Açıkça itiraf etmek zorunda kaldığı gibi kendi hegemonyasını kuramadı. O yüzden de bir tek zor ve baskı araçlarına muhtaç kaldı ve onu kullanmanın da sınırları olduğunu gördü. Baskı dozunu her artırma denemesi sermaye giriş ve birikim süreçlerine bir darbe vuruyordu ve bu açmazı aşamadı.
DIŞ POLİTİKA AÇMAZI
Kestirmeden söylemek gerekirse Türkiye tarihinde, dış politikayı kendi eliyle aynı anda bu kadar çok açmaza sokan bir iktidar görülmedi. AKP siyaseti Ortadoğu’daki sorunlar karşısında bir adım geride durup, sorunların çözümünde rol oynayabilecek iken, Körfez’den Libya’ya Filistin içi ayrışmadan, Mısır’a her sorunun bir parçası olmayı tercih etti.
Dahası ABD ile Rusya, ABD ile İran, Suudi Arabistan ile Katar, FKÖ ile Hamas arasında kaldı. En önemlisi de, aklınca ABD’ye karşı Rusya’yı bir dengeleme unsuru olarak kullanmaya kalkıp, sonuçta her ikisi arasında sıkışmayı başardı. S-400 alsa ABD askeri ve ekonomik yaptırım uygulayacak, vazgeçse Rusya İdlib’te sıkıştıracak. AKP döneminde Türkiye’nin Ortadoğu’da Suriye ile ilişkileri dibe vurdu, Körfez’de Suudi Arabistan, BAE, Ürdün, Mısır ve İsrail ekseni; Doğu Akdeniz’de Mısır, İsrail, Yunanistan, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, AB ve ABD ekseni karşısında yalnızlaştı, izole oldu. Rusya ise doğal gaz arayan bazı şirketlere ortak olarak pastadan pay kapıp oyunun içinde olmaya çalıştı.
Şu an AKP’yi otoriterlik dışında tanımlayacak bir sıfat yok. Ne İslamcı, ne milliyetçi, ne (muhafazakar) demokrat, ne Batıcı, ne Avrasyacı, ne anti-emperyalist. Bütün bu öğelerden zamanı gelince faydalanmaya çalışan, kendisini tanımlayabildiği ya da bizim ona atfedebileceğimiz bir kimliği olmayan, tek meselesi günlük hamlelerle iktidarda kalışını uzatmaya çalışan ama her hamlesiyle kendisini çöküşe götüren bir yönetimle karşı karşıyayız.
AKP içeride MHP’ye, dışarıda finansal olarak uluslararası finans kapitale, ihracat ve yatırım olarak Avrupa’ya, stratejik olarak ABD’ye ama enerjide ve Suriye’de Rusya’ya bağımlı olan ve bir kısmı geçmişten gelen bu bağımlılık ilişkilerini değil azaltmak, yenilerini ekleyerek derinleştiren bir iktidar oldu. Bunlar da iktidarının çöküşünün dış koşullarını oluşturdu. Yerel seçim ve özellikle katmerli İstanbul yenilgisi, bu genel düşüşün bir parçası, bir yeni bir tetikleyicisi olarak tabloyu tamamlayan bir özelliğe sahip olacak.