YAZARLAR

Kibir kaybetti, demokrasi arzusu kazandı

31 Mart sonuçları parti yöneticileri tarafından doğru okunmuş olsa ve Erdoğan’ın balkon konuşmasında dile getirdiği kabullenişe razı gelip sorunun ardında yatan çıplak gerçeği görmek için gözlerini açabilselerdi, bugünkü hezimeti, böyle açık arayla yaşamak durumunda kalmayacak, iktidarın ömrünü belki birkaç yıl daha uzatmış olacaklardı.

Bu yazının kaleme alındığı sırada Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım arasındaki oy farkı 800 bini aşıyordu. 31 Mart’ın resmi sonuçlarına göre iki aday arasındaki fark 13 bin civarındayken aradan geçen iki buçuk aylık süre zarfında İmamoğlu’nun 800 binden fazla İstanbulluyu kendisine oy vermeye ikna ettiğini söyleyebiliriz. Ya da tam tersine, AKP’nin Binali Yıldırım, Süleyman Soylu, Devlet Bahçeli ve son hafta itibariyle de Cumhurbaşkanı Erdoğan eliyle yürüttüğü kampanyanın 800 binden fazla seçmeni daha İmamoğlu’na oy vermeye ikna ettiğini söylemek mümkün. Üstelik, bu fark AKP’li ilçe belediyelerinde de İstanbul genelindekine yakın duruyor. 31 Mart Seçimleri AKP’nin büyük illerin yönetimini kaybetmesi, özellikle 7 Haziran 2015’in ardından dozunu giderek artırdığı nefret söylemi, kutuplaştırma, hakaret, tehdit ve düşmanlık üreten söyleminin seçmen tarafından nasıl karşılandığı konusunda bir uyarıydı. Daha önce Muktediri bitirecek kibir başlıklı yazımda belirttiğim gibi, 31 Mart sonuçlarını zarfa giren pusulalarla ilgili bir teknik hata ya da sadece seçmenin gönül koyması olarak okuyan AKP, seçmenin vazgeçtiğini, alışkanlıkları gereği ya da başka kime oy vereceğini bilemediğinden belediye meclisi seçiminde ampulün altına evet mührünü basmış olsa da her geçen gün yaşanması daha zor bir kent haline gelen İstanbul’un yönetimini artık AKP’ye vermek istemediğini anlamakta zorluk çekti. 31 Mart sonuçları parti yöneticileri tarafından doğru okunmuş olsa ve Erdoğan’ın balkon konuşmasında dile getirdiği kabullenişe razı gelip sorunun ardında yatan çıplak gerçeği görmek için gözlerini açabilselerdi, bugünkü hezimeti, böyle açık arayla yaşamak durumunda kalmayacak, iktidarın ömrünü belki birkaç yıl daha uzatmış olacaklardı. Oysa 31 Mart’ın ardından ısrarla ve her türlü kabalık, hakaret, itibarsızlaştırma çabası eşliğinde yürüttükleri ve “amaca ulaşmak için her yol mubahtır” ilkesizliği ile yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları kampanya, Ekrem İmamoğlu’nun seçimin ardından yaptığı konuşmada dile getirdiği gibi “sandıktan bir de hesap pusulası çıkması” ile sonuçlandı.

Elbette bu süreçte İmamoğlu’nun, CHP’nin ve bugün artık muhalefetin HDP’yi de içeren bir “demokrasi ittifakı” altında birleşebilmiş olmasının yarattığı ivmenin rolünü göz ardı etmemek gerek. Ancak şuna dikkat çekmeden edemeyeceğim: Bir taraf rakibine ve ona destek veren herkese “çaldılar”, “azgın azınlık”, “Pontus”, “LGBT terör örgütleri” ve Binali Yıldırım’ın İsmail Küçükkaya’nın yönettiği programda sürekli tekrarladığı şekliyle “yalancı” suçlamasını getirirken Ekrem İmamoğlu, ısrarla “demokrasi”den söz etti. Beraberinde, seçim akşamı yaptığı konuşmasında tekrar tekrar dile getirdiği gibi, demokratik bir yaşamın mütemmim cüz’ü olan “sevgi”, “adalet”, “hoşgörü”, “birlikte yaşama kültürü”, “saygı” ve “kardeşlik”ten, kimseyi ayrıştırmayan, önyargılı olmayan bir siyasetin mümkün olduğundan söz etti. Bundan birkaç yıl önce, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü sırasında, “demokrasi” sözcüğünü nadiren kullanan ve bu kavramın halk nezdinde bir karşılığı olmadığını düşünen CHP’li politikacılar bile, demokrasi vaadini seçim kampanyasının tam merkezine taşıyan İmamoğlu’nun rüzgarıyla, “demokrasi”nin öyle soyut, anlaşılmaz, insanların yaşamında somut bir değişiklik getirmeyen bir kavram olmadığını; insanların tam da yaşamlarının merkezinde, bir kentte ya da bir ülkede nasıl yaşamak istediklerine ve hayatlarını bundan sonra nasıl idame ettireceklerine dair temel bir vaat olduğunu anlamış olmalılar. Yürüttükleri kampanyayla, demokrasi vaadinin ne anlama geldiğinin ve İmamoğlu’nun rüzgarında gerçekleşecek değişimin ne hakkında olduğunun geniş kitlelerce daha iyi anlaşılmasında başta Devlet Bahçeli olmak üzere İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Binali Yıldırım ve tüm kampanya arkadaşlarının da önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde, kibirden uzak bir siyaset ve birlikte yaşama, çalışma ve üretme vaadinin seçmen nezdinde somutluk kazanmasına, nasıl olmaması gerektiğini örnekleyerek katkıda bulundular. Onların katkıları olmasıydı, belki de bugün demokrasi arzusu böyle güçlü ve yüksek sesle dile getirilmeyecekti.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.