Özeleştiri, bildiğin gibi değil
“Özeleştiri vermeliyiz” derken bile bir hesap hatasını saptama arzusunu dışa vuruyor kimi insanlar. “Nasıl oldu da cebimizde bildiğimiz seçmen kaçıverdi?” demenin başka türlüsüdür bu. Kestirmeden söyleyeceğim: Seçmen onuru ile sizin aranızda bir tercihe zorlanıyordu zaten uzun süredir; onurunu seçti.
Bir keresinde “Bizde özeleştiri pratikle verilir” demiştim bir arkadaşıma; biraz da şaşırmasına yol açarak. Elbette “biz” derken kimi kast etmiştim; böyle bir ‘biz’ var mıydı, küçük bir arkadaş cemaati miydi, hatırlamıyorum bunları; ama kast ettiğim şeyi hatırlıyorum: İnsanın yol açtığı bir tahribata bir telafi çabası pratiğiyle yanıt geliştirmesi. Bazen kendisiyle ilgilidir bu telafi çabası, ama çoğunlukla başkalarını ilgilendirir. Özeleştiri temelde başkalarıyla ilgilidir ve insanın kendisine başkalarının gözünden bakabilmesini içerir. Ne hissettiriyorum? Onun da bir kalbi var mıdır? Üzülüyor mudur? Her şeyden öte, insan mıdır? Misal canı yanıyor mudur? Kendimi bu kadar öne sürmem, bu kadar yayılmam yerini daraltıyor mudur?
“Aman canım!” deyiverir genelde bu toprakların insanları. Hatta genelde bunu da demezler; çünkü bu bile bir geri çekilmeyi içermesine karşın, bir yüzleşmeden ürkecek kadar ona yaklaşmak anlamına geliyor. Çoğu zaman bu kadar bile yaklaşmayız. Hayat zaten her birimize o kadar fazla haksızlık etmiştir ki bunları düşünmekten başkalarını düşünmeye pek vaktimiz kalmaz. İlgimizi de çekmezler üstelik bu başkaları. İlgimizi çeken başkaları, bir arada yaşamadıklarımızdır.
Nuri Bilge Ceylan, okuduğumdan beri aklımdan çıkmayan bir röportajında şunları söylüyordu bu toprakların okumuş yazmış insanlarının genel eğilimini tarif ederken: “…başkaları hakkında epey gelişmiş sezgileri ve bilgileri olmasına rağmen, kendilerini tanımak konusunda şaşırtıcı derecede kara cahil oluşlarını, bıçak kemiğe dayandığında kendini kandırma yeteneklerinin son derece gelişmiş ve kıvrak olduğunu, yaptıkları hemen her şeyi bir takım erdemlerle süsleme eğilimlerini söyleyebilirim. Vicdan, ahlak gibi temel kavramları çok fazla kullanmaları ve bunu sürekli kendilerini temize çıkartmak için yapmaları. Kendini korumak için harcanan enerjinin yarısı kendini tanımak ve gerektiğinde gerçekle yüzleşmek için harcansa aslında çok daha büyük yüklerden kurtulunacak.”
İstanbul seçimlerinden sonra ortalığı dolduran “özeleştiri” hezeyanını Ceylan’ın verdiği perspektiften okumak en doğrusu olur sanıyorum. Kendini koruma refleksini, özeleştiri zannedenler var çünkü. İyi, güzel de bu özeleştirinin muhatabı kim? Yani kime karşı, kim karşısında verilecek bu özeleştiri? “Özeleştiri vermeliyiz” derken bile bir hesap hatasını saptama arzusunu dışa vuruyor kimi insanlar. “Nasıl oldu da cebimizde bildiğimiz seçmen kaçıverdi?” demenin başka türlüsüdür bu. Kestirmeden söyleyeceğim: Seçmen onuru ile sizin aranızda bir tercihe zorlanıyordu zaten uzun süredir; onurunu seçti. Yani bir bakıma gerçek özeleştiriyi seçmen verdi; pratiğiyle verdi bunu. Haziran 2016 seçimleri iptal edilince kasımda kazanmıştınız ya hani, belki bu da sizin hesap hatanızdır.
Peki, özeleştiriye nereden başlayabilirsiniz? Taybet Ana’dan af dileyerek, bakınız özür değil, bağışlanma dileyerek başlayabilirsiniz örneğin. Dış politika ile iç politika arasında hiçbir aralık, hiçbir sınır bırakmadığınız için yitip giden canlardan af dileyerek başlayabilirsiniz örneğin. Meriç Nehri'nde boğularak can veren çocuklar hakkında “Büyüyünce terörist olacaklardı zaten” deme rezilliğine, pespayeliğine yol açtığınız için o çocukların mezarı başında af dileyerek başlayabilirsiniz örneğin. Suruç’ta devletin şiddet kullanma tekelini deldirme pahasına palazlandırdığınız paramiliter aile-çetelerin öldürdüğü HDP’lilerden af dileyerek başlayabilirsiniz örneğin.
Özeleştiri trenini, sizin anladığınız anlamıyla bile kaçırdınız çoktan. Michael Hardt bir röportajında zombiyi “var olmak için hiçbir nedeni kalmamış olduğu halde var kalmakta ısrar eden bir varlık” olarak tanımlıyordu. Durumunuz tam da budur.