Kıymetlendirme destanı 2 - Hicap ve töhmet
Silivri’deki ilk duruşma gününde en çok tekrarlanan kavramlar: haksız, dayanaksız, gerçekdışı vs.. O kadar çetrefilli bir izansızlık var ki ortada. Fethullahçı teşkilatıyla yanyana getirilmesi asla mümkün olmayacak insanları Fethullahçılara yakınlıkla suçlayabilen insafsızlığa ilaveten. Bunlara bir de haysiyet meselesi ekleniyor. Altınay, “Bizi bu durumda bırakanların yüzü kızarıyor mu bilmem,” diyor, “ama ben onlar adına da utanıyorum… hicap duyuyorum ve bu töhmetten kurtulmayı talep ediyorum.”
Osman sakin, tane tane konuşuyor. Gezi’deki hareketin yataylığını, lidersizliğini, önceden planlanmamışlığını hatırlatıyor. “Gezi üzerine yapılmış otuz beş araştırma ve makaleyi inceleme fırsatı bulduğunu” belirtiyor. Neler okumadı ki hapiste… İddianameyi ve ona zemin oluşturan polis raporunu kaleme alanlar okumuş mudur herhangi bir şey? Av belli, silah var, uygun an da bulunacak; gerekmez. İşin tuhafı, Gezi’de inisiyatif almış, önde gözükmüş insanlar çoktan yargılandı, aklandı. Buradan alınacak hınç kalmış olmalı; hem de Osman’a şöyle okkalı bir teşkilat ve eylem uydurmak gerekiyordu, Türkiye ölçülerinde bile saçmalaşan fiilî cezayı meşrulaştırmak için. Osman’ın, “İddianame cezalandırmaya dönüşen uzun tutukluluğa dayanak olsun diye hazırlanmış” demesi bu yüzden.
Yiğit Aksakoğlu kürsüye gelip hayatı ve faaliyetleri hakkında bilgi verdiğinde, böyle bir insana böyle zulmederek bir ülkenin neler kaybettiğini sayıp dökmüş oldu. Lâkin bunlar hep sivil toplum işleri; bize lazım olan devlettir, onun kıymetlenmesidir. Yiğit Aksakoğlu’nun ömründen yedi ay çalanlara göre, onun ezcümle meşru-yasal faaliyetleri yalnız gereksiz değil suç. Alâkası olmayan telefon konuşmalarının Gezi’yle ilgili gibi gösterilip suç kanıtı niyetine ortaya sürülmesinde de sıkıntı yok. Çünkü hepsi devleti kıymetlendirme uğruna yapılıyor!
OSMAN DA UZAK, ADALET DE
Başka bir mesele daha var. Büyük mesele. Osman da “burada sorun yok mu?” imâsıyla hatırlatmıştı: Üzerine iddianame kurduğunuz her şey, Fethullahçı polis ve savcıların hazırladığı paketten. Yiğit Aksakoğlu bir adım daha attı, geçmişe doğru; dedi ki: Çözüm Süreci’ne karşı olanlar bu malzemeleri derledi. Daha sonra Avukat Turgut Kazan, bu malzemenin, Fethullahçı teşkilat tarafından, darbe girişimi başarılsaydı ertesinde kullanılmak üzere hazırlandığını ileri sürdü. Türk yargı sistemi oralı olmuyor. Fethullahçı’nın ekmeği böyle hallerde yenebiliyor!
Aksakoğlu’nun basitçe söylediği, iddianameye bakınca niçin adalet yerine melanetin geçirildiği bir skeç metni görmemiz gerektiğini açıklıyor: “Benimle ilgili dinlemeler Gezi Parkı boşaltıldıktan sonra başlıyor!” Olabilir mi sahiden? Öyle. Şaşırmayın, çünkü bu “örgüt davası”nda örgütün adı ve hiyerarşisine dair veri de yok. Ya da basitçe şöyle diyeyim: Yiğit Aksakoğlu ile Osman Kavala tanışmıyorlar! Nasıl?
Aksakoğlu, donanımlı koskocaman binaları ve çepeçevre yerleştirilmiş jandarmalarıyla pek gösterişli bir yargı sisteminin “ciğerini” tasvir ediyor: “Bu iddianame mantığına göre, aynı konuşmalar ve faaliyetlerimle bambaşka bir iddianamede de yeralabilirim.” Eğer yargının esenliğini ve adalet azıcık olsun kurumlaşmazsa ne hale gelineceğini azıcık kafaya takmış biriyseniz, bu sözden çıkaracağınız anlam açık ve korkutucu: Bu, iflastır.
Mücella (Yapıcı) Hanım sanık kürsüsüne geçip iflasın tasdik belgesini ortaya koymadan evvel Ayşe (Buğra; Osman’ın eşi) ayağa kalkmış, bakışlarını uzaklardaki yüze eriştirmeye çabalıyordu. Boğaz kıyısında durmuş, karşı yakadaki evin penceresinde kıpırdaşanın ne olduğunu anlamaya çalışır gibiydi. Osman çok uzaktaydı, ulaşılması zordu. Arada sıra sıra boş sanık sandalyelerinden meydana gelen volkanik bozkır vardı, atlayıp yüzemezdiniz. Atlasanız jandarma bırakmazdı. “Ziyaretçi”yle, yani “dışarı”yla ilişkisini olabildiğince güçleştirmek için tam arkasına oturtulmuş jandarmaların arasından seçebildiğim kadarıyla Osman arkaya dönmüştü galiba. Ayşe elini gözlerine siper ediyor, gözlerini kısıyor, seçmeye çalışıyordu. Galiba? Evet, galiba. Kimse ne yapsa daha iyi göremezdi. Çok uzaktaydık. Birbirimizden ve adaletten.
BİRŞEYLER OLMALI...
Mücella Hanım’ın iflas ilanı: “Aynı suçtan ikinci defa yargılanıyorum!” Bu laf edildiğinde birşeyler olmalı. Olmuyor. Yargıçlar ve savcı kapatıp gitseler… yok, cübbeleri çıkarsalar… yok, yerlerinde kıpırdansalar bari? I-ıh. Daha baştan, gerek Mücella Yapıcı gerekse ikinci defa yargılanan öbür sanıklar, Yapıcı’nın “ikinci versiyon iddianame” adıyla andığı uyduruk suçlamalar manzumesi ile gündeme geldiklerinde, işi adalet mekanizmasını korumak, kollamak olan birilerinin, “olmaz böyle şey” demesi gerekirdi. Sahipsiz mi adalet mekanizması?
Mücella Hanım, “Murat Pabuç kim?” diye soruyor, ifadeleri savcı tarafından kutsal metin muamelesi görmüş şahsı kastederek. “Kimdir bu? Nerede yaşar? Aklî dengem yok, demiş.” Ee? Bir şey olmuyor. Mücella Hanım: “İki iddianamede birbirinin tamamen aynı kısımlar var.” Ee? Yargı sistemi mensupları kıpırdamıyor. Şu anda savunmasını yapan sanık bu suçtan yargılandı, beraat etti, onu suçlayan savcılık bu kararı temyiz etmedi! Ee? I-ıh.
Mücella Hanım, “İnsanlar, sahip oldukları hakları kullandıkları için cezalandırılamaz,” diyor. Yargı sistemi hak-hukuk hatırlatmalarına kayıtsız. Bu da ı-ıh.
Ve bitiriyor: “Bu savunmam ilk yargılamadaki savunmamın aynısıdır. Hiçbir ekleme yapmadım.” Ee? Birşeyler olmalı.
Olmuyor. Çiğdem (Mater Utku) iddianamede kendisine atılan suça dair herhangi bir delile rastlamadığını söyleyince de olmuyor. Delile gerek yok, bizde suç esas. Peki suç ne?
BU SUÇLAR BÜYÜK SUÇLAR
Açık Toplum Vakfı, Saraybosna’daki belgesel atelyesine gidilmesi için destek olarak üç kişiye uçak bileti almış. Bugünkü değeriyle her biri sekiz yüz (800) lira! Atelyede Gezi’ye dair toplanmış görsel malzeme (videolar) ile bir belgesel film yapılması için de çalışılacak.
Adalet yine robokop sûretindeki jandarmaların sıralandığı fuayeye çıkıp tuvalete ilerliyor, yerini melanete bırakıyor.
Çiğdem böyle bir filmi yapma suçuyla itham ediliyor. Nitekim böyle bir film yapılmış. Fakat sözkonusu atelyeden on üç gün önce bitirilip internetten yayımlanmış. Karıştı mı işler? Yoo. Zira, bakın burası çok önemli, o başkalarının yaptığı, başka film. Çiğdem Gezi filmi yapmamış. Yapmadığı film için hakkında ağırlaştırılmış müebbet isteniyor. Yapsaydı? Ağırlaştırılmış müebbet bir Gezi belgeseli için münasip ceza olur muydu? Yargımız ne diyor bu konuda?
Demiyor bir şey. Ve mesele münasip ceza sorunundan ibaret kalmıyor. Suçun ispatıyla ilgili de büyük meselemiz var. Hakan Altınay, “Savcı ortaya bir suç koyup bunu ispat etmediği için,” diyor, “sanırım benim suçsuzluğumu ispat etmem gerekiyor.” İşte bunu artık biliyoruz: Fethullahçıların akla sığmaz katkılarıyla güçlendirilmiş Türk yargı sisteminin başlıca dayanağı: Biz suçlarız kardeşim, sen aksini ispat edeceksin.
Açık Toplum Vakfı’nda yöneticilik yapmış Altınay, “İmza yetkim 2009 sonunda bitti,” diyor. Gezi 2013’te. Fakat savcıya ne bundan? Arada dört fark var diye savcı sayılarla mı uğraşacak? Dört farktan maç çevirip tur atlamadı mı takımlar?
Savcı sayıyla uğraşmaz; meselâ… meselâ kitapla ilgilenir! Mevzu karışmasın, uzun ayrıntı vermeyeyim, bir zamanlar sivil toplum faaliyetlerinde yeralmış, sonradan bugünkü iktidar tarafına geçmiş iş insanı Can Paker’in “hayatı ve eserlerini” konu alan kitap savcının ilgisini çekmiş. Paker’e sorulan, onun “bilmiyorum” diye cevapladığı bir soru özellikle hoşuna gitmiş. Ve savcı soruyu alıp iddianameye koymuş! Filan filan mı? Cevap: Bilmiyorum. “Filan filan mı?” iddianamede, Hakan Altınay’ın suçunu ispat için yeralıyor. Suçlar neler? AB’ye toplu mektup yazılmış, “iktidarın Gezi’deki baskıcı tavrı yüzünden Türkiye ile ilişkilere zarar gelmesin” denmiş. “Medya kuracaklar”mış. Altınay soruyor: Sergiyle, belgeselle, mektupla, ağırlaştırılmış müebbetlik suç nasıl işlenebilir?
Bir “Türkiye 101” kitabının girişinde yeralabilir mi bu cümle? Yoksa kendimize kıyak çekip yalnız “Türk Yargı Sistemi” adlı ince broşürün ithaf kısmına mı koyalım? Silivri’deki ilk duruşma gününde en çok tekrarlanan kavramlar: haksız, dayanaksız, gerçekdışı vs.. O kadar çetrefilli bir izansızlık var ki ortada. Fethullahçı teşkilatıyla yanyana getirilmesi asla mümkün olmayacak insanları Fethullahçılara yakınlıkla suçlayabilen insafsızlığa ilaveten. Bunlara bir de haysiyet meselesi ekleniyor. Altınay, “Bizi bu durumda bırakanların yüzü kızarıyor mu bilmem,” diyor, “ama ben onlar adına da utanıyorum… hicap duyuyorum ve bu töhmetten kurtulmayı talep ediyorum.”