Sistem tartışması tercih değil mecburiyet
Türkiye’de daha önce uygulanmakta olan parlamenter sistemin matah olup olmadığı veya onu geri getirmenin hayırlı olup olmayacağı anlamlı bir tartışma. Ancak asla değiştirilemez bir sistemin kurulduğu ve artık bu kurallara göre davranmak gerektiği önermesi, çok daha büyük saçmalık.
“Son yıllarda yaşananlara bakıldığında, muhalefetin çok fazla ve ‘değişik’ deneyimle, hatta epey kabarık ‘yenilgi’ listesiyle iktidara nazaran daha fazla şey öğrendiğini düşünüyorum. Henüz bu öğrenilenler bir faydaya dönüşmese de, orta - uzun dönem için daha fazla umut vaat ediyor. Ancak, iş ‘öğrendiklerinden’ sonuç çıkartmaya ve avantajlı durum üretmeye geldiğinde de, iktidarın açık ara önde olduğunu söylemek gerek. İktidar korkması gerekenleri saptama ve bunların karşısında geliştireceği tepkinin ölçüsüzlüğü konusunda çok mesafe kaydetti. Ama aslında olup biten hakkında öğrendikleri o kadar fazla değil. Refleksleri güçlenirken, öğrenme güçlüğü ve dolayısıyla ‘cahilliği’ de artıyor”.
Yukarıdaki satırlar, iki yıl önce, iktidar referandum eşiğini ucu ucuna geçtiğinde Gazete Duvar’da yazılmış “Kim daha fazla öğreniyor? Ne öğreniyor?” başlıklı yazıdan. İktidarın algılama / kabullenme güçlüğüne dikkat çeken bir yazı. Biraz da, iktidara her sefer istediği sonucu getiren reflekslerin bıraktığı hasar hakkında. O günlerde, referandumu “kazanmış”, istediği yönetim değişikliğinin önünde engel kalmamış gibi görünen iktidar için, “durumu pek parlak değil” demek kimseye inandırıcı gelmiyordu. İktidarın sonuç üretebilme becerisi, muhalefetin bu konudaki zafiyeti çok daha fazla önemseniyordu. Geçen sürede ve özellikle de bu yıl yapılan yerel seçimde, iktidarın süreçle -sonuç kadar- ilişki kuramamasının nasıl etkileri olduğunu gördük. Şimdi iktidarın yetenekleri konusuna epey farklı bakılıyor.
Aynı yazıda muhalefet için ise, daha ilerletici bir öğrenme sürecinin söz konusu olabileceğinden bahsediliyordu: “Öğrenmeyi sakatlayan ‘güç takıntısı’ hafifledikçe ve doğal akışa direnç azaldıkça, temas yelpazesi genişledikçe korkulacak çok daha az şey olduğu öğreniliyor. Sakınarak suçlamaları savuşturmanın mümkün olmadığı, telaşlı ve ezik bir savunmanın sadece suçlamaya hizmet ettiği, suçlamalardan etkilenebileceklerin çıkardıkları gürültü kadar olmadığı daha kolay görülüyor. Aslında geçerli olan işliyor, öğrenmeye izin verildiğinde daha çabuk öğreniliyor. Öğrendikçe, eksikler daha kolay görülüyor, eksikler daha kolay tamamlanıyor”. Bu öğrenme süreci, muhalefetin sonuç alma konusundaki zafiyetini azalttı ama yerel seçim sürecini çok daha başarılı yönetebilmesini sağladı.
Bugün ortaya çıkan tabloda, iktidar öğrenme güçlüğü veya öğrenmeye direnmenin yarattığı bedeli nasıl karşılayacağını belirlemeye çalışıyor. Gözünü ve zihnini yüzleşmeye açmanın ayrı bir maliyeti var, artık açık seçik hale gelmiş gerçekleri yok sayma yoluna yeniden çıkmanın ayrı. Ne en elverişli sistemi icat etmek, ne ithal uzmanlarca formüle edilen “sosyoloji” artık bir garanti sağlıyor. Hep aynı şeyi yaparak daima aynı sonucun alınacağına inanmanın bir siyasi yetenek olmadığı görülüyor. Ancak, kısa vadeli sonuçlara odaklı siyaset kolaycılığı iktidarın ardından şimdi muhalefet için de bir tehlike. Bu risklerin başında, iktidar bloku seçmenindeki çatlamayı kimlik siyaseti sembollerini kullanarak genişletme eğilimi var. İkinci önemli risk ise, muhalefet tarafından alınan belediyelerin profesyonel yönetim kademelerine yapılan atamalardaki ekonomik-siyasi tercihlerde ortaya çıkıyor. Yerel yönetimleri katılımcı demokrasi yerine CEO’lar eliyle yönetilecek hizmet birimlerine çevirmek, sadece israf söylemiyle dengelenemez.
Ancak bunlardan çok daha büyük bir tehlike daha var: İttifakları zorunlu hale getiren yönetim sisteminin sonuç alıcı, sonuç almayı kolaylaştırıcı bir avantaj olarak ele alınması. İktidarın mutlak ve değiştirilemez bir çoğunluğu sürdürebileceği varsayımına dayandırdığı çoğunlukçu ucube sistemi, muhalefet aktörlerinin zorunlu ittifakının garantisi olarak yenilemek, muhalefet için yapılacak en vahim hata. “Zorunlu ittifak” tablosunu iktidar alternatifi olmanın ve başka galibiyetlerin yolu olarak görmek, göstermek hiç hayırlı sonuçlar vermeyebilir. İktidarın “koalisyonlar bitti” yalanının yerine, yine çoğunlukçuluğu esas alan “mecburi ve sürekli koalisyon” fikrini koymak da pek isabetli durmuyor. Referandumdan başlayarak -bugün AKP tabanını da içine alarak- ortaya çıkan itirazın ana dinamiğinin, sistemin yönetici aktörü kadar, siyasi alanı kapatan sistemin yapısal özellikleri olduğu akıldan çıkartılmamalı.
Yerel seçimi memleket ve iktidar açısından bir beka davası haline getiren Bahçeli’nin, seçimden önce ve sonra en çok üstünde durduğu “tehlike”, sistem tartışması açılması. Salı günü grup toplantısında AKP’lileri bu konuda bir kez daha uyarma gereği duydu. Çünkü, 2011 sonrasında fikren, 2015 itibarıyla fiilen, 2017 sonrası hukuken yürürlüğe sokulan şahsileşmiş-merkezileşmiş çoğunlukçu otoriter siyaset mimarisi, büyük çeşitlilik gösteren politik-ekonomik dinamikleri ve siyasi alana sirayet edebilecek itiraz – talep potansiyellerini kontrol (idare) etme niyetinin mahsulü. AB sürecinin de, çözüm sürecinin de, toplumsal ve siyasi alandan kaçırılarak pazarlık ve kapalı müzakere meselesi haline getirilmesi, sonradan yapılan şaşırtıcı manevraları mümkün kılmıştı. Bugün de ekonomik tercihlerden dış politikaya, toplumsal taleplerden yapısal sorunlara kadar her başlıkta siyasetsizleştirmenin devamı isteniyor. Becerisiyle kendini koruyamayan sisteme, “geri döndürülemezlik” kalkanı üretiliyor.
Türkiye’de daha önce uygulanmakta olan parlamenter sistemin matah olup olmadığı veya onu geri getirmenin hayırlı olup olmayacağı anlamlı bir tartışma. Ancak asla değiştirilemez bir sistemin kurulduğu ve artık bu kurallara göre davranmak gerektiği önermesi, çok daha büyük saçmalık. İdari ve hukuki anlamda yerleşmiş bir sistemden bahsedilemeyeceği gibi, bunun zaten imkansız olduğu her gün yeniden kanıtlanıyor. Yıllardır sürdürülen bloklaşma ve kutuplaştırma siyasetinin de, bu sistemle kökleşmek yerine zayıflamaya başladığı görülüyor. Bu, sistemin başındaki aktörlerle ilgili değil. Otoriter ve baskıcı olan, küçük bir çıkar çevresinin öncelikleriyle davranan, hatta çok yanlış ekonomik-ideolojik tercihlerle kirlenmiş olanlar yüzünden olmuyor bütün bunlar. Bu mimariyle, bu mühendislikle kim bina dikerse diksin yıkılmaya mahkum. Türkiye’nin siyasi yapısı ve hikayesi, bu sistemle geleceğe taşınamaz. Bu yüzden, kısa vadede kazanmanın imkanlarını sunsa bile, mevcut zemini tartışmaktan kaçınmak, tartışmayı iktidarı sıkıştırma sınırında tutmak, siyasi dinamikleri özgürleştirecek adımları atmamak, muhalefet için başarısızlıktan daha yıkıcı bir yenilgiyi haber veriyor.