Küreselleşmeye Trump freni
2010’lardan itibaren ABD karar verme çevrelerinde, küreselleşme sürecinden bazı ABD müttefikleri ama özellikle Çin’in daha fazla fayda sağladığı şeklinde bir görüş hakim olmaya başladı. Obama döneminde bu duruma dair yakınmalar başlamıştı ama bunun siyasete dönüşmesi için Trump gibi birinin işbaşına gelmesi gerekti.
Geçtiğimiz yazılarda küreselleşme ve ABD hegemonyasının günümüzde aldığı biçim ile küresel sistemin gidişatını tartışmaya başlamıştım. Geçen yazıda çok sıcak bir konu olan S-400 füze sistemi alımı konusuna girdiğim için bu tartışmaya ara vermek durumunda kaldım. Bu yazıda söz konusu tartışmaya devam edeceğim. Küresel sistemin bir yol ayrımına geldiğini, ABD’nin hegemonik konumunu restore etmeye çalıştığını ve küreselleşmeyi yeniden tartışmaya açtığını ele almıştım. Burada amacım sıkıcı teorik tartışmalar yürütmek değil. Türkiye’nin çok fazla kendi iç gündemine odaklandığı bu ortamda küresel düzlemdeki makro gelişmeleri kaçırmamak, aslında sonuçları itibariyle hepimizi etkileyecek önemli gelişme ve dönüşümleri takip etmeye yardımcı olmak.
Bu yazıda yine ABD ve küreselleşme ilişkisi üzerinden gideceğim ve ABD’nin küreselleşmeyi yavaşlatarak Çin’i ve kısmen de müttefiklerini geriletmeye çalıştığını savunmaya devam edeceğim. Ayrıca, ABD’deki sağ siyaset içindeki ayrıma değineceğim ve Trump yönetiminin aslında küreselleşmeyi politize hale getirdiğini tartışacağım.
SAHİBİNİN REDDETTİĞİ ÇOCUK OLARAK KÜRESELLEŞME
Trump küreselleşme ideolojisini reddettiğini çokça dile getirdi. Bu noktada kafa karıştırıcı bir durum ortaya çıktı. Sonuçta ABD yalnızca 1990’larda hız kazanan küreselleşme sürecinde değil bütün 20. Yüzyıl boyunca, Wilson ilkelerinde de açıkça duyurduğu gibi, her zaman serbest ticaretten yana olmuştu. 1990’larda “küreselleşme ABD”dir, “Clinton küreselleşmenin başkanıdır” diyen ABD sistemi, ilk kez küreselleşmeye doğrudan karşı çıktığını söyleyen birini başkan seçiyor ve o da bu söylemini seçildikten sonra devam ettiriyordu. Bu durum Çin ve diğer ülkelerin küreselleşme karşısındaki konum alışlarını açıklığa kavuşturdu, “Asya’nın yükselişi” söylemi ve küreselleşmenin emperyalizmle ilişkisi açısından bazı sorunlu noktalar yarattı. Bu tartışmaları ilerideki yazılarda ele alacağım.
Küreselleşmeden tabii ki ABD ekonomisi ve sermayesi çok faydalandı, maliyetleri düşürdü. 1990’larda eski Sovyet ve Doğu Avrupa coğrafyası, 2000’lerde ise, Çin’in küresel kapitalizme daha fazla açılmasını, Üçüncü Dünya’nın bazen zor araçları kullanılarak neoliberalizme geçmesi, küresel kapitalizm için yeni coğrafi alanlara açılma, sermayeye yeni yatırım ve pazar olanakları sağlaması açısından kurtarıcı nitelikte olmuştu. Fakat 2010’lardan itibaren ABD karar verme çevrelerinde, küreselleşme sürecinden bazı ABD müttefikleri ama özellikle Çin’in daha fazla fayda sağladığı şeklinde bir görüş hakim olmaya başladı. Obama döneminde bu duruma dair yakınmalar başlamıştı ama bunun siyasete dönüşmesi için Trump gibi birinin işbaşına gelmesi gerekti. Örneğin Trump’ın, Avrupa’daki ekonomik yavaşlamaya önlem olarak Avrupa Merkez Bankası başkanı Draghi’nin yeni teşviklerin geleceğini açıklaması karşısında attığı tweet, ABD yaklaşımının bir özeti gibiydi. Trump burada Draghi’yi teşvikler aracılığıyla euro’nun değerini düşürerek ABD ile ticarette adil olmayan bir avantaj yakalamaya çalışmakla suçluyordu ve Çin ile birlikte yıllardır bunu yaptıklarını ve bunun karşılıksız kaldığını yazıyordu. Dolayısıyla, kayıpları toplamak Trump yönetimine düşmüştü. Burada Trump yönetiminin söylemsel bir küreselleşme karşıtlığı yaparken, uygulamada seçici bir yönteme başvurduğunu belirtmek gerek. Özellikle finansal serbestlik, yani sıcak paranın dolaşımı ve özelleştirme devam edecek, ayrıca diğer ülkelerin ABD ihraç ürünlerine gümrük uygulamaması, hatta daha da açık olması sağlanacak. İnsanların dolaşımı ise göçmen konusunda olduğu gibi sınırlandırılacak.
ABD SAĞI VE KÜRESELLEŞME KARŞITLIĞININ TEMELLERİ
ABD küreselleşmeyi yavaşlatma siyaseti için yeni bir toplumsal meşruiyet arayışına girmek gibi bir zahmete katlanmadı. Zaten bir süredir ABD alt ve orta sınıflarında, işsizlik oranları düşük olsa da, yaşam kalitesi ve gelirin artmaması gibi sorunlardan kaynaklanan bir birikim vardı. Obama’nın değişim sözü gerçekleşmemişti. Değişim konusunda daha radikal bulunan Trump bir seçenek olmuştu. Siyaseten bakıldığında Amerikan sağ geleneği içinde küreselleşmeyi savunan akım çok güçlü olmakla birlikte, ondan ayrışan “Önce Amerika” fikrini savunan, ABD’nin küresel sorumlulukları üstlenmesine karşı çıkan, serbest ticarete mesafeli duran bir damar da vardı. Bu kesimlerin küreselleşmeye yönelttikleri eleştiriler aslında Türkiye ya da başka bir ülkedeki milliyetçi/ulusalcı çevrelerden duyduklarımızdan çok da farklı değildi. Buna göre küreselleşme liberal ve sol kesimlere ait bir ideolojidir ve Amerikan halkının değil çok uluslu şirketler, küreselleşmeci elitlerin yararına işleyen bir akımdır. Ulusal bir bağ taşımayan bu şirketler ve kozmopolit elitler Amerikan devletinin de kontrolünü ellerine geçirmişler, kendi çıkarları için yatırımları başka ülkelere kaydırmışlar, ABD devletinin egemenliğinde aşınma yaratmışlardı. Ayrıca, kültürel olarak çok kültürcülüğü, aynı cinslerin evliliğini, eşcinsellerin orduya girmesini sağlayarak toplumsal dokuyu zedelemişler, göçmen akımına sempatiyle yaklaşarak Amerikalı kimliğine zarar vermişlerdi. Benzer söylemlerin Avrupa’daki sağ ve ırkçı popülizmde de yaygın olduğu ve Brexit tartışmaları sırasında da küreselleşmenin yerini cisimleşmiş bir merkez olarak “Brüksel bürokrasisinin” aldığını, seçilmemiş bir organın ulusal egemenliği ortadan kaldırdığı söyleminin yaygın olarak kullanıldığını belirtelim.
Dolayısıyla, ABD kurulu düzeni küreselleşme konusunda frene basarken bu toplumsal mobilizasyonu da harekete geçirerek hem bu enerjiyi göçmen karşıtlığına ve İslamofobi’ye kanalize edebildi, hem de gümrüklerin yükselmesinden kaynaklanacak sıkıntıları (bazı fiyat artışları gibi) giderme yoluna gitti.
TRUMP YÖNETİMİ VE KÜRESELLEŞMENİN SİYASALLAŞMASI
Trump yönetiminin küreselleşme karşıtı söylemi ve bazı eylemleri, küreselleşmenin bir başka boyutunu gündeme getiriyor. 1990’ların yaygın liberal söylemi küreselleşmenin kendiliğinden, öznesiz bir dalga olduğu, neredeyse insan iradesinden bağımsız olarak bütün dünyayı kapladığı ve buna karşı durulamayacağı şeklindeydi. Bu söylem küreselleşmenin aynı zamanda de-politize bir süreç olduğunu da ima ediyordu. Sonuçta insanın, belli bir siyasetçinin, bir sınıfın yaptığı bir şey değil, tarihsel sürecin akışında geldiği önünde durulamaz ve geri döndürülemez bir aşamaydı. Bu görüşe karşı çıkanlar ise tarihin yanlış yerinde saf tutmakla ve tarihsel gerçekliği kavramaktan uzak olmakla ve ideolojik olmakla eleştirilmişti. Trump yönetimi küreselleşme karşıtı söylemiyle aslında bu de-politizasyonu, insansızlaştırılmış bir küreselleşme fikrini de yıkmış oldu. Sonuçta küreselleşmeyi başlatan “yer” kendisine yeterince fayda sağlamadığını görünce onu yavaşlatmaya, dönüştürmeye, revize etmeye çalışıyordu. ABD’nin bu son hamlesi küreselleşme sürecine müdahale edilebileceğini, onun insanın yaptığı bir şey olduğunu, genel olarak sermayeye, ABD hegemonyasına yarayan bir süreç olduğu için devam ettiğini, uymadığı yerlerde müdahaleye açık olduğunu göstermesi açısından önem taşıyor.
ETKİLERİ GÖRÜLMEYE BAŞLADI MI?
ABD’nin Çin ile başlattığı ticaret savaşı, müttefiklerini yeni ticaret anlaşması yapmaya zorlama, bölgesel ticaret anlaşmalarından çekilme ya da yeniden düzenleme siyasetinin sonuçlarına kısaca bakmakta fayda var. BM Ticaret ve Gelişme raporuna göre küresel doğrudan yabancı yatırımlar son üç yıldır arka arkaya düşüyor ve geçen yıl da yüzde 13’lük bir düşüş yaşandı. Her ne kadar hem Çin hem de Avrupa ekonomisinde birikmiş ve yapısal sorunlar olsa da bu iki bölge ve ülkede de büyüme yavaşlıyor ve bunun bir kısmının nedeni olarak ticaret savaşları gösterildi. Çin 2018’de 28 yılın en düşük büyümesini gerçekleştirdi. Zaten Trump açıkça Çin’in büyümesindeki yavaşlamayı ticaret savaşının iyi gitmesinin kanıtı olarak sunabildi. ABD ile Çin arasında bir ticaret anlaşmasının yapılamamış olmasının yarattığı belirsizlik birçok şirketin bu ülkeye yatırım yapmasını engelliyor. ABD”li şirketler ise hem Çin’den çıkan mallara konan gümrük vergisi, hem Çin’de bir süredir yükselen işgücü maliyetleri ve nihayet Trump’ın şirket vergilerini indirmesinin etkisiyle bu ülkeye yatırımı yavaşlatmış durumdalar. Çin’deki ekonomik yavaşlama Japonya ve AB ülkelerinin bu ülkeye ihracatlarını yavaşlattı. Bütün bunlardan tabii ABD ekonomisi de olumsuz etkilenecek. Ama ABD hegemonyası görece olarak geriliyordu, yani kendisi zayıflamıyor, diğerleri güçleniyordu. Dolayısıyla, başta Çin olmak üzere, diğerleri olumsuz etkilenirse, ABD’nin göreli zayıflaması da durdurulabilirdi. Bu riskli strateji öyle görünüyor ki bu anlayış üzerine kuruldu. Sonuçları ise önümüzdeki dönem daha belirgin hale gelecek.