Mola yerleri
Şimdi en uzun mesafeleri paralı otoyollar birleştiriyor. Artık mesafeden değil ama daha çok süratten yorulmuş yolcular için mola yerleri değil, park alanları var. Hepsi birbirinin aynı, otoban zincirleri… Seyahat süresini de tüketimin bir parçası kılan garip alış veriş merkezleri.
Önce sayfiye vardı. Kentin merkezinden kolayca gidilip gelinecek kadar uzakta. Sahil ve dağ köyleri bile ulaşım olanakları geliştikçe daha çok kent kaçkınını ağırlar oldu. Asfalt yol yaygınlaştıkça, otobüs seferleri arttıkça tatil kavramıyla birlikte en yakın kıyı kasabaları kentlilerin hayatında yerini aldı. İstanbul’un hemen yakınındaki Bayramoğlu, Selimiye gibi bir zamanların gözde tatil merkezleri, Karadeniz ve Marmara sahilleri zamanla popülerliğini yitirdi. Otomobil sahibi olmak daha uzaklara, daha uzaklara gidebilmek demekti. Maceracı ruhlara değilse bile tatilci gönüllere böyle hitap etti dört tekerlek. Ve yavaş yavaş Ege’ye açıldılar. Denizden değil, hep, ama hep, karadan... Akçay, Ören, Ayvalık, Çandarlı, Dikili adım adım neredeyse birer birer girdi tatil beldeleri listesine. Tek şeritli yollarda Antalya’dan Bodrum’a ülkenin her yerinin tatilciler için ulaşılabilir olması 70’lerde tamamlandı. O zamandan bu yana tatil, biraz da yollarda geçirilen zaman demek.
Uçağın pahalı olduğu ve ancak çok uzun, uluslararası seyahatler için zorunluluktan kullanıldığı zamanlar geride kaldı. Bugün uçak, bazen otobüsten ucuz olabiliyor. Ama tatilin ve seyahatin ana aksı hala karadan akıyor.
Kara yolculuğu bu ülkenin modern kültürünü oluşturan ögelerden biri. Terminalleri, çalışanları, yolcuları ve mola yerleriyle otobüsler herkesin hayatında şöyle ya da böyle iz bırakmıştır. Kentlerin kasabaların içinden dolana dolana geçen yollar da öyle. Bir zamanlar otobanlar değil sadece devlet kara yolları varken, tek tek irili ufaklı kentleri birbirine bağlayan bu yolların da kendine has bir kültürü vardı. Uzun yolların geçtiği küçük kentlerin otogarlarında başka bir hayat yaşanır, her kent kendi yerel ürünlerini gelen geçene satmanın telaşı içinde bu yolculuğun bir parçası olmaya çalışırdı. Ekâbir otomobil yolcuları için yol üstü durakları uzun bir seyahatin en önemli ve belki de yegâne eğlencesiydi. Her kentin gözde lokantaları yerel lezzet abideleri olarak ulusal birer efsaneye dönüşürdü. Yol boyunca Marmara’nın çamlıklarında, Karadeniz’in dağ geçitlerinde, Orta Anadolu’nun düzlüklerinde, Ege’nin sahillerinde kır lokantaları vardı. Bunlar uzun yolculuğun takviye noktaları ve çokça eğlenceleriydi. O dar ve dolambaçlı yollar yerini çift şeritli ‘duble yollara’ bırakmaya, yolculuk hızlanmaya, kalabalıklar artmaya başladıkça bu derme çatma kır lokantaları yerlerini benzinlikli mola yerlerine bıraktı. Otobüslerle otomobillerin paylaştığı tas kebaplı, gözlemeli mola yerleri Edirne’den Kars’a demli çayın yanı sıra sıradanlığın standardını da sunmaktaydı. Otobanın gelmesi ise yolun ve yolculuğun da tam anlamıyla endüstrileşmesini sağladı.
Şimdi en uzun mesafeleri paralı otoyollar birleştiriyor. İstanbul’dan çıkıp ister Diyarbakır’a gidin isterseniz İzmir’e, gişede parayı ödeyip bu otoyollardan bir ya da ikisine mutlaka dalıyorsunuz. Artık mesafeden değil ama daha çok süratten yorulmuş yolcular için mola yerleri değil, park alanları var. Hepsi birbirinin aynı, otoban zincirleri… Her 15 kilometrede bir, yeni bir ticaret alanı. Seyahat süresini de tüketimin bir parçası kılan garip alış veriş merkezleri. Kimisi basbayağı uluslararası giyim markalarının, ‘home store’ların, fastfood zincirlerinin olduğu; en iyisi Starbucks’ı ile övünen ve göze giren bu alış veriş alanlarının tümünün ortak noktası artık gözleme yenilen lokantalar değil. ‘Yerel’ kabul edilen her nevi yiyecek ve içeceğin, normalde hiçbir yerde satılamayacak garip alçı süslerin, tahta oyuncakların, çirkin anahtarlıkların hatta kitabın, CD’nin ve renk renk kolonyaların bir araya geldiği devasa market alanları. Pişmaniyelerin, saray helvalarının, peynir paketlerinin, Vakfıkebir ekmeklerinin yığın yığın yığıldığı, tütün kolonyalarının, Mevlana biblolarının, tahta kaşıkların, toprak saksıların dizim dizim yan yana, iç içe dizildiği bu yerlerde, raflardan kalan daracık alanlarda yolcular merak içinde dolaşıyor. Bu garip pazar yerinde vitrin gezercesine yorgunluk atarken bazen de bir şeyler alıveriyorlar. O ‘bir şeyler’ belli ki öyle bir pazar oluşturuyor ki memleketin bütün yolları izleri belleri bu raflarla dolu. İnsanlar normalde hayatta almayacakları şeyleri, tatilde kesenin ağzını açmış olmak, gidilen yerde bir yakın varsa ona boş gitmemek ve belki de sadece eğlencesine bir şeyler yapmış olmak için çantaya atıyor, belki de hiç değilse o seyahatten bir anı, bir yerel lezzetle evlerine dönmek istiyorlar. Mesela bu dükkânlardaki kitapçı raflarında çoğunlukla hiç tanımadığınız yerel yayıncıların bastığı telifsiz polisiyeler, klasikler ve hiç adını duymadığınız yazarların komplo teorileri ya da dini konulu kitaplarının satıldığını görüyorsunuz. Kitap da mola yerlerinde çoğu kez ucuz pişmaniye gibi, belki de hiç paketi açılmadan bir kenara atılacak bir fuzuli tüketim nesnesine dönüşüyor.
Yepyeni bir seyahat kültürü Türkiye’nin karayolu belleğinde yerini alıyor. Yollarda olmanın tadı köfteci zincirlerinin ve hamburgerin tadına karışırken, kent kültürü bu mola alanlarıyla her 15 kilometrede bir tekrar ederek bütün memlekete yayılmış oldu. Yollarda olmanın keyfini bu mola yerleriyle artırmak pek mümkün değilse eğer, acaba çare ‘yolluk’ hazırlamakta mı?