Yaşlandırma şeysi, rakı edebiyatı, Bonobolar
O testosteron o tahttan inecek, rakı/mezenin yakasından düşülecek ve yaş almanın doğal bir süreç olduğu gerçeğiyle, ortalığı fotoğrafa boğmadan yüzleşmeyi başaracağız bir gün.
Yeniden dolaşıma sokulan bir uygulama nedeniyle birkaç gündür sosyal medya buruş buruş. Sanayi tipi ütüyle dalıp düzleyesin geliyor, öyle bir vaziyet. Hemen herkes (ben de hariç kalamadım) yaşlılık hallerini merak ve hevesle servis ediyor. Kendimizi aile üyelerinden birine ve/veya asla dönüşmeyeceğimizi umduğumuz tiplere benzetip minik şakalı hikâyeler eşliğinde paylaşıp duruyoruz fotoğraflarımızı.
Bu çılgınlığı tabii derhal “data toplanıyo o yöntemle data, hemmen geliyonuz oyuna” uyarıları izledi. Bunda gerçeklik payı varsa bile biz olmuşuz data. Bu tür numaralara pek gerek bırakmayacak seviyede her anımızı ve yanımızı paylaşıyoruz.
Birikim’in Haziran-Temmuz sayısı “Yaşlılara Bir Yer Var mı?” başlığı altında hayli kapsamlı ve doyurucu bir dosya içeriyor, bu vesileyle tavsiye edeyim. Ben de “Yaşsızlık Çağı” adlı bir yazı yazdım bu sayı için. Bu aralar zihnim bu konuyla fazladan da bir miktar meşgul oldu yani. Mevzu ilerleyip fotoğraflar korkunçlaştıkça data avcılığından ziyade şu hisse kapıldım: Çağcıl korkuların en büyüklerinden birini zararsızca savuşturmaya yarayan bir etkisi var bu uygulamanın. İtiraf etsek de etmesek de yaşlanmaktan ödümüz kopuyor, yaşlılık fikrinden adeta tiksiniyoruz. Hayatın üç doğal evresinden biri değil bir tür hastalık biçiminde kodlandığı bu çağda yaşlılığı sümen altı etmeye o kadar alışmışız ki, sergilenmesi şaşırtarak büyülüyor da bizi. Herkesin birden, üstelik de gayet acımasızca/kötü yaşlandırılmış hallerinin ortalara saçılması bir nevi arındırıcı etki yaratıyor herhalde bu nedenle.
Bunun yarattığı koşa koşa botoxlanma arzusu muhakkak birilerinin işine yarıyordur. Konunun bununla bağlantısı var mıdır, bilemem, komplo teorisine meraklı değilim pek. ‘Epi topu’ bir app işte. Bugün yaşlanma konulu olur, yarın “aslen hangi ülkeye aitsin?”, sonraki gün incir çekirdeğini doldurmayacak bir mevzu için sosyal medyada bilek güreşlerine tutuşuruz. Gerçeklikten kaçalım da nasıl olursa olsun. Bu açıdan bakınca acıklı aslında. Tek hayatımıza bu kadar çok boş beleş uğraşı sığdırabildiğimize göre dehşetli bir can sıkıntımız olmalı. E birileri de bundan muhakkak ki kazanıyor, daima.
Bu yaşlandırma şeysinin yeniden gündeme getirdiği bir diğer konu da zamanın kadınlara daha acımasız davranması, erkeklerin bu işten de bir şekilde yakayı sıyırması oldu. “Erkeğin güzeli çirkini olmaz,” türünden bir yaygın inançtır, erkeklerin yaş aldıkça güzelleştiği. Küçücük bir miktar biyolojik dayanağı olsa da büyük oranda kültürel olarak öğretilmiş, yeğlenen bir bilgi bu. Sanırsın tüm erkekler Tom Cruise, Liam Neeson, Kadir İnanır gibi yaşlanıyor. Daha 40’ını devirmeden tüm bedensel kaygılarından arınıp hüzünlü panda yüzü ve önde el kavuşturmaç göbekle rakı masalarına salınan erkek sayısı hiç de az değil. Ama bizim onlara bakışımız daha yumuşak. O nedenle de kadınların yaşlılık halleri daha fazla gözümüze batıyor.
Söz hazır rakı masasına gelmişken bu hafta her gördüğümde “la havle” deyip boynumu sağa sola çevirmek marifetiyle kazma kürek dalmaktan kaçınmaya çalıştığım bir mevzuya gireyim. Biliyorsunuz bizde bir “rakı edebiyatı” var, en yıvış yıvış cinsinden. Rakı içen kadın güzellemeleri bunun en esaslı alt türünü oluşturuyor. İçki içen nüfusun yarısından fazlası rakı da içtiği için en zahmetsiz gönül okşayıcı, hızlı tavlayıcı bu çünkü.
Zaten kadınlara dair genelleyici her güzelleme “kadınlar çiçektir” örneğinden başlayarak muhakkak manipülatif bir nitelik taşır. Kadın öyle haybeye dolu dolu, toptan övülmez yani. Övülüyorsa ya eve, mahrem alana kapatılmaya ya da “soyulmaya” çalışılıyordur. Karşılıklı bir arzuyu ifade ediyorsa bu tabii gayet hoş bir eylem olabilir ama çocuk kandırır gibi bir parmak bal çalarak kandırmak da hoş değil. Biraz daha çaba en azından pliz. “Rakı içen kadın aslandır, kaplandır, dünyalar güzelidir” diye gaz vererek nereye kadar. Rakı içen kadın da rakı içen erkek gibi rakının kendisini, muhabbetini ya da ikisini birden sevdiği için içiyordur, hepsi o.
Toplumsal riya, fotoğraf çekimlerinde rakı bardaklarını masa altına saklamaya değin varınca bu rakı meselesinin “politik” bir yanı da oldu. Ama rakı güzellemesi toplumsal cinsiyet bağlamından arınamadığı gibi bu türden politiklik de politik olmanın kolay/ucuz yolu olmaktan kurtulamadı. Bu hafta da Twitter’da dolaşan bir rakı/meze sekslemeleri serisi nedeniyle artık bu tür kötü edebiyat “yeter” dedirtti.
Neymiş efendim, lakerda rakının en güzel ve seksi metreslerinden biriymiş, zeytinyağlı lahana sarması nazlı ve sarışın öbür metresmiş… Rakının erkek olduğundan bu kadar emin olunması başlı başına rakı içen kadın güzellemesinden huylanma sebebi olabilir. Kimin yaptığı önemli değil çünkü bu ara bir kişi üzerinden yaygın dolaşımda olsa da hayli sıkça yapılıyor bu muhayyileye eziyet rakı sekslemesi.
Geçen haftaki Cüneyt Özdemir temalı yazımın teyit ettiği gibi eril, erkek, cinsiyetçi laflarını duyduğu anda ezberleri bozulup konudan bağımsız saldırganlaşan bir kitle var, her kesimden. Ben yine de tane tane anlatmaya çalışayım. Mesele yiyecekler üzerinden yürütülen bir erotizm değil. Yeme eylemiyle cinsellik her zaman hayli iç içedir, yiyeceklerin azımsanmayacak bir erotik potansiyeli vardır. Ancak rakı şişesini dev bir fallus olarak ortaya koyup diğer tüm yiyecekleri etrafa metres, cariye biçiminde dizerek olmuyor o işler. Öyle bir anlatı içinde masadaki kadın arzunun paylaşıcısı değil sadece nesnesi oluyor. Bıktık artık bir de bu orta yaş ve üstü testosteron fışkırtmasından.
Testosteron deyince Ertuğrul Özkök’ün bu haftaki yazısına değinmemek imkânsız. Bilindiği üzere “testosteronu en yüksek iki yazardan biriyim,” diyerek rakamıyla testesteronunu açıklamış. (623). Birincil yerli testesteron kaynağımız da Emin Çölaşanmış, hımm. Testosteronumuzun yaş ortalaması insanı biraz endişelendirmiyor değil ama dur daha o en küçük problemimiz. “Belli bir fitlikte, mesleğini de sürdürerek 72 yaşına gelmiş biri niye hormon düzeyleriyle övünme ihtiyacı duyar? Ama neden?” diye düşünürken yazının şu paragrafına denk gelince gözümden yaş geldi. “Yüksek testosteron “bonobo ailesinin” Alfa erkekleri ile köşe yazarlarına mahsus bir özellik midir?”
Ki sonradan Twitter’da Bülent Somay’ın bilgilendirmesiyle öğrendim ki garibim Bonobo ailesinin bu işte pek günahı yokmuş. Gayet anaerkil, barışçıl bir neredeyse-insan grubuymuş Bonobolar. Kastedilen testosteron bombaları şempanzelerle orangutanlarmış. Ama bu paragraf o kadar komik geldi ki hafta boyu yaşlandırma şeysi dahil her vesileyle Bonobo ailesi Alfa’sı esprisi yapmadan duramadım. Gerçi yazının son paragraflarında Özkök “Allah’tan ki kadınlar cesaretleriyle, “testis” dediğimiz, alelade torbaları artık “okka ölçüsü” olmaktan çıkardı” diyerek durumu kurtarmaya çalışıyor ama içeriğin absürtlüğü pek değişemiyor.
Buradan da lafı “eril/dişil” tanımlarına, dişilliğin mutlaka bir ponçiklik, koşulsuz barışçıllık olarak övülmesi, hayat mücadelesinde bu arada mesela köşe yazılarında zaman zaman gereğince sivrileşen kadınların hemen bir “erilleşme” yaftasıyla karşılaşmasına getirmek istiyorum ama başka yazıya kalsın işin o kısmı.
Doğrusu kadınlarda az bir miktarda da olsa varlığını bilmekle beraber testesteron seviyemi ölçtürmek aklıma bile gelmez. Bugün yazı başta hayatın her alanında sıklıkla nezaketlerini de korumayı başararak başa çıkan tüm hemcinslerim adına diyebilirim ki, hayatta herhangi bir iyiliğin, güzelliğin ve dahi başarının kaynağının testosteron olmadığına eminim. Aksine başımıza ne geliyorsa rakı masasından siyasete mümkün her köşeden fışkıran testosteron fazlalığından geliyor gibime geliyor.
O testosteron o tahttan inecek, rakı/mezenin yakasından düşülecek ve yaş almanın doğal bir süreç olduğu gerçeğiyle, ortalığı fotoğrafa boğmadan yüzleşmeyi başaracağız bir gün.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI