Bir gecede nasıl yaşlandık?
İnsan nasıl yaşarsa biraz da öyle yaşlanıyor. Yaşlanmaktan fobik derecesinde korkmak, yaşlı halimizi tasavvur edememek, bu gerçekle yüzleşememek, sanırım önce bugünümüze bakıp, bugünle çalışmayı ve bugündeki arızaları onarmayı gerektiriyor.
Cep telefonlarına indirilen yaşlılık uygulaması sayesinde son birkaç gündür sosyal medya huzur evine döndü. Çağımızın yetişkin oyunları Black Mirror kıvamında. Bu yaşlılık oyunu kimilerini ziyadesiyle rahatsız edip kaygılandırırken kimilerini de epey eğlendirdi. “Ben bu oyunu oynamayacağım” deyip uzak duranlar, “kendimi öyle görünce dayanamadım” deyip dehşete düşenler, uygulama erkekleri daha iyi göstermiş kadınlara acımamış deyip kalbi kırılanlar, türlü fotoğraflarla yaşlılığının cılkını çıkaranlar da yok değil.
Bence çoğu kişi için bir korku fantezisi somutlaşmış oldu. Hem kendimizde hem de ötekinde yüzleşmekten kaçındığımız şey, oyunlaşarak üzerine konuşulabilir bir hâl aldı. Ben de bu vesileyle haddimi aşarak yaşlılık üzerine bazı yerlerde dolaşacağım. Bir koluma François Villa’nın “Yaşlılığın Gücü” kitabını, diğer koluma da Wilhelm Schmid’in “Sakin Olmak, Yaşlanırken Kazandıklarımız” kitabını takarak… “Haddimi aşarak” diyorum çünkü biyolojik olarak yaşlı değil, yaş almakta olan biriyim. Ruhsal ve zihinsel olarak kendimi zaman zaman “yaşlı” hissettiğim oluyor ama elbette o sayılmaz, çünkü Freud’un dediği gibi “benlik en çok bedensel bir benliktir”. Yaşlılık, getirdiği çeşitli sınırlılıklarla ama sanırım en çok da ölüme komşu olması nedeniyle tahammülü zor bir yaşam evresi.
Sigmund Freud evrende var olan iki tür kuvvetten söz eder; bir tanesi açılmak, yayılmak, çoğalmak, görünmezken görünür hale gelmek, darken genişlemek… İkinci kuvvet ise gerileme, daralma, çokken azalma, geri çekilme, görünürken görünmez hale gelme vb… Bu iki kuvvetin birbiriyle ilişkisinin evrendeki pek çok şeyin belirleyicisi olduğunu düşünüyordu. Bütün canlılarda ifade bulacak şekilde bu iki kuvvete sırasıyla “Eros-Yaşam içgüdüsü” ve “Thanatos-Ölüm içgüdüsü” adını vermişti. Tüm varoluş genişlemeye, çoğalmaya, türemeye doğru meylederken, bir diğer eğilim de var olanların yokluğa, genişleyenlerin daralmaya, azalmaya, tükenmeye doğru gitmeye çalışmasıdır.
François Villa’ya göre ölüm dürtüsü ve yaşam dürtüsü arasındaki çatışma, tam da hayatta olmanın ifadesidir; “Bu ilkel gerilimin, bu dürtüsel mücadelenin nüfuz ettiği ve barındığı insanda, yaşlanma, onun hayatta kalma becerisini gösterir. Bu bağlamda ölüm, yaşlanmanın sonucu değildir. Ölüm, yaşlanmaya devam etmenin imkansızlığının sonucudur; yaşlanmanın durmasıdır, onun sonucu değildir.”
Ve kitapta “yaşam çalışması” dediği önemli bir kavramdan bahseder; “tek talihsizlik doğmuş olmaktır” ve “gençken ölmemek için bulabildiğim tek çare, yaşlanmaya katlanmak ve bunu etkin bir biçimde dolu dolu yapmaktı”: Bu ikisinin arasında, ruhsal yaşamın aynı işleri yorulmak bilmeden tekrar tekrar yapması gerekmektedir. Bu çalışmanın amacı, yaşamı mümkün olduğunca katlanabilir kılmaktır; bu bir yaşam çalışmasıdır. Öte yandan, kendimizi hayattayken canlı tutma çalışmamız sırasında şuna katlanabilmeliyiz: Ölüm canlının merkezinde bulunur; ölümün çalışması, ayaklarımızın üstünde yaşamamızı sağlayan iskeleti oluşturur; ölüm, bir heykeltıraş misali, yaşayana biçim vermektedir.”
Wilhelm Schmid ise anti-aging yerine art of aging’den yani yaşlanmaya karşı durmak yerine yaşlanma sanatından bahseder; “Yaşlanmayla haşır neşir bir yaşama sanatı, hayatın bu evresinin barındırdığı meydan okumalarla baş etmemize yardımcı olarak, hayatın güzel ve onaylanmaya değer olmayı sürdürmesini sağlayabilir. Kendi hayatımızın artık değilse bile, bir bütün olarak hayatın… ”
Hayatın evrelerine şöyle bir baktığımızda geçirilen her evre gelecek evrenin habercisi gibi geliyor bana. Şayet geçen zamanın, değişen benliğin üzerine çalışılmamışsa, yaşanan olaylar anlamlandırılmamışsa kişisel tarihimiz de tekerrürden ibaret oluyor. Söz gelimi çocukların yaşadığı iki yaş sendromu, yaşayacakları ergenlik dönemine dair; ergenlik döneminin nasıl geçirildiği yetişkinlik döneminin nasıl geçeceğine dair bir ipucu verebilir. Dolayısıyla yetişkinliği nasıl geçirdiğimiz de yaşlılığımıza dair… Velhasıl insan nasıl yaşarsa biraz da öyle yaşlanıyor. Yaşlanmaktan fobik derecesinde korkmak, yaşlı halimizi tasavvur edememek, bu gerçekle yüzleşememek, sanırım önce bugünümüze bakıp, bugünle çalışmayı ve bugündeki arızaları onarmayı gerektiriyor.
François Villa, kişiyi sarsan şeyin “yaşıyla değil, yaşı olmayan ve yaşam boyunca kendini çeşitli biçimlerde ortaya koyan zamansız bir çatışmayla” ilgili olduğundan bahseder; “zamanın etkilerinin silinemediği, insanda bazı geri döndürülemez etkiler bıraktığı inkâr edilemez, ancak insanda aynı zamanda yaşamının sonuna kadar süren müthiş bir esneklik vardır. Bu özellik kendisini, genellikle gizemli bir şekilde ortaya çıkan şaşırtıcı bir tür yenilenme kapasitesi olarak gösterebilir.” Villa’ya göre başımıza gelip de ruhsal olarak işlenmeyen her şeyin birikiminin ruhsallığın yıpranmasını arttırdığı ve onun “yaratıcı esnekliğini azalttığı” ortaya çıkmaktadır.
Wilhelm Schmid, “varoluşun en yüksek mahkemesi, yaşama kendi verdiğiniz anlamdır, insan ancak kendisi önünde verir hayatının hesabını” der. Ben de buradan devam edeyim: Gelecek kaçınılmazdır; yaşlılığı, ölümü, acısı, tatlısıyla… Hükmümüz şimdiye geçer gibi gözükse de aslında geçmişimize geçer. Ancak geçmişimizi değiştirebiliriz, orayı deşerek, başka açılardan bakarak, gerekli sonuçları oradan çıkararak… Ve şimdiyi ancak geçmişin mayasıyla yoğurabiliriz. Şimdinin önünde verdiğimiz “geçmiş” hesap, aslında geçmemiş ve geleceğimizi de bir ölçüde faturalandırmıştır. Psikoterapi bu anlamda ruhsal bir arkeoloji çalışmasıdır, yaşsız ve zamansızdır. Kendisinin yoğun olarak geçmişle ilgilenmesi de geçmişe dair algımızın değişebilirliğinin tüm yaşamımızı etkileme gücünden gelmektedir.
Yaşamımızdaki her evre birbirinden çok farklı. Her evre üzerine düşünme ve onu anlamlandırma kapasitemizi geliştirmek, o evrelere daha iyi uyum sağlamamızı kolaylaştıracaktır. Ancak üzerine çalışılabilen ve kendimizin bilincinde olan bir ben ile zamanın patikalarında nefes nefese kalmadan sakinlik içerisinde ilerleyebiliriz. Ve işte o zaman beyaz saçlarımızla, kırışan cildimizle, aksayan belleğimizle barışmak ve cesaretle yaşamı ve dolayısıyla da ölümü kucaklayabilmek mümkün olacaktır.
Hepimiz için yaşamın bilgisini içerinin bilgisine ilikleyebildiğimiz, gücümüzü yaşlılığı bertaraf etmeye çalışmakla tüketmediğimiz, dönüşen bedenimize şefkat gösterebildiğimiz olabildiğince “sakin” bir yaşlılık diliyorum ve yaşımız neyse o yaşta olabildiğimiz bir yaşam…