YAZARLAR

Suruç diye bir yer

Sıkıcı, çok sıkıcı bir yazı bu. Ben olsam okumam. Yeni bir şey demeye ne halim, ne takatim, ne de müktesebatım uygun. Her hafta oturup bir şeyler yazan âdemoğlu olarak, elimden başka bir şey yazmak da gelmeyecek. Mesele Suruç, konu çok zor, yazı sıkıcı.

20 Temmuz cumartesi günü, Kadıköy’de Suruç anması vardı. Bahariye nam caddenin bir ucundan Süreyya Operası’na gelinecek, oradan eski havuza kadar yürünecek ve orada Suruç’ta kalleşçe katledilen insanlar için bir basın açıklaması okunacaktı. Toplanan insanlar robokoplar, üniformalı ve sivil polisler, gaz silahlarıyla karşılandılar. Görülebiliyordu: Genç insanlardı toplananlar, muhtemelen Suruç’ta katledilen gencecik insanların yaşıtı, ahbabı, arkadaşı, akrabası, sevgilisi idiler. Kiminin elinde flama vardı, çoğunun sırt çantası vardı ve hepsi, herkes üzgündü. Nasıl üzgün olunabilirse öyle. O kadar.

Yürüyemediler. Ana akım denen kısmı artık neredeyse hiç kalmamış “basın”a açıklama yapamadılar ve gaz fişekleriyle dağıtıldılar. Çoğu ara sokaklara kaçışmak zorunda kaldı. Bir kısmı gözaltına alındı. Sonrasında görebildiğim kadarıyla kimi milletvekilleri plastik mermi kullanıldığını da söyledi. Bir kısmını izledim ben de, sonra aniden ihtiyarlamış bir ruh haliyle ara sokaklardan birinde oturdum. Sonra da aklıma, ne yalan diyeyim, en çok Murat Yurtgül geldi. Nihayetinde de 2015’te yazdığım o yazıyı hatırladım. Müsaade ile o yazıyı alıntılamak ve ilk cümlesinde söylediğim şeyi ikrar etmek istiyorum.

Sıkıcı, çok sıkıcı bir yazı bu. Ben olsam okumam. Yeni bir şey demeye ne halim, ne takatim, ne de müktesebatım uygun. Her hafta oturup bir şeyler yazan âdemoğlu olarak, elimden başka bir şey yazmak da gelmeyecek. Mesele Suruç, konu çok zor, yazı sıkıcı.

Düşünüyorum, aklımda sadece kırmızı var. “Hadi üç kelime söyle,” dediğimde de “kırmızı” yanıtı geldi. Tesadüf mü, tevafuk mu; adı neyse o. Kırmızı, kızıl, al, sor, red, kaç dilde kaç kelimeyle söyleniyorsa işte, öyle.

Çok çaresiz hissettiğim çok zaman oldu. Yaş büyüdükçe ölümün karşısında hizaya geçip elimi kavuşturduğum, çaresizlikle ve mecburi sessizlikle durduğum çok oldu. Normal bir insan hayatı ölçeğine vurursak, cenaze namazı, cemevi uğurlaması, mezarlık görme, Fatiha okuma, sol yumruğu kaldırma, slogan atma gibi şeyleri yaşımın hak ettiğinden fazlasını yaparak karşıladım. Kaza da gördüm, genç yaş ölümü de, çat diye kalp krizi de, feryat da figan da, öldürülme de, şehit cenazesi de, taziye çadırı da, Fatiha’dan hemen sonra dağıldığımız camii uğurlamaları da, “Yaşı da varmış, Allah rahmet etsin”i de, akrabayı da, yedi yabancıyı da, öğretmeni de, talebeyi de. Çoğunu gördüm; ne gocunuyorum, ne yeriniyorum. Göreceğim varmış, gördüm. Ama bu, bu defa bu olan çok acayip, gene çok zor, gene akıl alır gibi değil.

Kıyas mümkün değil ama düşünüyorum ne zaman bu denli uyuştum bir şeyin karşısında, birkaç an anımsıyorum. Amcam, Erdal Hocam, Uğur, Ahmet, Ali İsmail ilk anda aklıma gelenler. Çaresizlik ve uyuşma hissi, “biri beni topal eşek sudan gelinceye kadar dövse de, canımın yanmasını belki unutsam” hissi, durmak, öylece durmak, bir noktaya sabitlenip bakmak hali. Zor, çok zor.

Halis niyet sahibi insanların niyetine dair bir sorgulamam yok ama çok söylendi, ilk ânın duygusuyla yazdım da.

O gencecik canlar, güzelim fidanlar oyuncak götürüyormuş Kobanê'ye. Doğrudur. Oyuncak bile olsa silah götürmeme hassasiyeti onların canımın içi güzellikleridir.

Ama; silah da götürüyor olabilirlerdi. Tarihin gördüğü en alçak, en barbar topluluklardan biri olan bu vahşilere karşı onur savaşı vermek için silah da götürüyor olabilirlerdi. Ve bu hiçbir şey değiştirmezdi. Evet, hiçbir şeyi asla değiştirmezdi.

Vakit geçtikçe kimleri kaybettiğimizi görmeye başladık sonra. Bir daha uyuşukluk. Onu burada görmüşüm, bununla şurada şunu şunu konuşmuşum, o arkadaşımın yeğeniymiş, bu arkadaşımın talebesiymiş, biriyle şiir hakkında konuşmuşuz, biri Cizre Newroz’u videosu yollamış, meğer o da oradaymış ama şükür kurtulmuş... Daha birçok. Birçok an. Birçok uçuşan cümle, fotoğraf, zamanın içinde bir zaman. Zor, çok zor.

Şimdi böyle yazınca da, hiçbir şey dememiş oluyorum. Doğrudur. Ama “zor” demekten başka elimden bir şey gelmiyor. Sokağın zoru demiştim. O zor da buna dahil, gene de.

En son şunu da yazdım: İki gündür öfkeyle, çaresizlikle, bilmem neyle, bilmem şeyle, bilumum duygu durumlarıyla bir şeyler yazdım. Bazı yazdığım belki gereksizdi, bazısı belki ajitatifti, bazısı ne bileyim “duyar kasmak” olarak okundu. Amenna ve saddakna. Şimdi cenaze töreninin fotoğraflarını gördüm gene. Bir süre hakikaten ne bir şey söyleyesim, ne bir şey konuşasım var. Sevene de, sövene de selam olsun. Herkese dünyada gönlü kadar yer dilerim. Eyvallaheyn.

Bunu yazdıktan sonra, işte şimdi, anca “zor” diyebiliyorum.

Ben istemiştim ki, bu yaz ferahlığın yazı olacak. Uyku nasip işi. Yaz da. Kırmızı. Yas da.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.