Rüyalardan çıkan bir kadın sürrealist: Oppenheim
Meret Oppenheim, sanat dünyasında kadınların sadece metres ya da ilham perisi olarak yer alabildiği bir dönemde, kendine bir sanatçı olarak yer edinmeyi amaçlar ve başarır. Sürrealizmin konu ettiği fantezileri, kadınların alınmadığı o dünyanın kapılarından tam da bu fantezileri kullanarak ama onlara zekice, tam tersinden yorumlayarak girer ve tabuları yıkar.
Övmekten bıkmayacağım öğretici kitaplardan, Türkçesi YKY’den çıkan BBC’nin sanat editörü Will Gompertz’ün Pardon Neye Bakmıştınız? Modern Sanatın 150 Yıllık Şaşırtıcı, Sarsıcı, Kimi Zaman da Tuhaf Hikayesi’nde modern sanat tarihindeki akımlar ve öne çıkan isimler, olabildiğince eğlenceli ve akılda kalıcı bir biçimde anlatılır. Baktığınızda size manasız gelecek bembeyaz bir tablonun neden önemli olduğunu, neden sanat tarihinde yer bulabildiğini herkesin anlayacağı bir dilde aktarır Gompertz. Kitap, benim sanat tarihi boşluklarımı doldurmamı sağladığı gibi sevmediğim ya da anlam veremediğim bir akımı artık anlamamı ve en azından artık o akımı neden sevmediğimle ilgili içi dolu argümanlar üretebilmemi sağladı.
Kitap su gibi akar, siz empresyonizmden 2000’lerin sanatına doğru uzanırken (İngilizce basımında) ancak 257'nci sayfaya geldiğinizde “Peki ya kadın sanatçılar nerede? diye merak edebilirsiniz,” der yazar ve 1850-1930 yılları arasında birkaç istisna dışında kadın sanatçıların ancak “tolere edilebildiğini”, ama saygı görmediğini anlatır. Bugün modern sanat dediğiniz, beyaz duvarlara asılan üretimin çoğunluğunun erkekler tarafından yapıldığını ve bir tesadüf olmayarak, bu üretimleri destekleyen, finanse eden, ortaya çıkartan piyasa ve kurumların da erkekler tarafından yönetildiğini söyler. Yazarın bu erkek egemen dünyada değindiği ilk iz bırakmış kadın sanatçı, dünyanın en önemli modern sanat müzelerinden New York’taki MoMa’nın “first lady”si yani koleksiyonuna kattığı ilk kadın sanatçı, Meret Oppenheim olur.
ORMANLARIN VAHŞİ ÇOCUĞU, 'BAY' OPPENHEİM
1913 doğumlu Meret Oppenheim, aslına bakarsanız şanslı doğanlardan olduğu için adını var edebilmiş kadın sanatçılardan. (Türk sanat tarihine de adını kazıyabilen Fahrelnissa Zeid, Füreya, Mihri Müşfik gibi eski dönem kadın sanatçılar da dünyadaki seyre uygun ayrıcalıklı ailelerin çocuklarıdır mesela.) Oppenheim’ın babası felsefeye meraklı bir doktor; büyükannesi Lisa Wenger, Düsseldorf Sanat Akademisi’ne giren ilk kadınlardan ve tanınmış bir yazardır. Meret’in adı, Gottfried Keller’ın Green Henry romanındaki ormanlarda yaşayan vahşi çocuk Meretlein’den esinlenerek konulur ve belki de o böylece, ismiyle müsemma o sınır tanımaz ruh Meret’i hayatı boyunca yönlendirir. Meret, sanat, felsefe ve edebiyatla ilgilenen ailesi tarafından genç yaşta sanat ortamlarında bulunur ve sanatçılarla büyür. Diğer yandan babası Meret’i, sanatında büyük etki yaratacak Carl Jung’un felsefesi ile de tanıştırır.
1932’de sanat kariyerine başlamak üzere 18 yaşında Paris’e taşınan Meret’in yaşadığı dönem de hakikaten bir sanatçıyı besleyecek bir dönemmiş. Bugün modern sanat tarihine adını yazdırmış birçok isim, o gün Meret’in çevresindedir. İlk olarak Hans Arp ve Alberto Giacometti ile tanışan Meret, pek konuşulan “Salon des Surindépendants”daki sergiye davet edildikten sonra sürrealizmin babası André Breton ile tanışır ve böylece sürrealist çevrenin bir üyesi olmaya başlar. Pablo Picasso, Marcel Duchamp, bir dönem sevgilisi olan Max Ernst, Francis Picabia ve asistanı olduğu Man Ray, Meret’nin o dönemki duruşunu oluşturmasında etkili olurlar.
Gompertz’ün anlattığına göre, asistanlarının “genç ve çıplak” olmasını tercih eden Man Ray’in Erotique Voilée serisinde çıplak pozlar veren Meret, bu fotoğraflarla iyice tanınır. Ama Meret’i asıl ayıran çıplaklığı değil, üretimleridir. Kadınların sadece “ilham perileri” olarak anıldığı sürrealist çevrelerde bir peri olmayı kesinlikle reddeden Oppenheim, işleriyle kendini gösterirken birçok kişi işlerinin kadın elinden çıkacağını tahmin etmediği için, “Bay Oppenheim”ın sürrealist çevrelerdeki başarısı konuşulur.
RÜYALARDAN ÇIKAN ÜRETİMLER
Kariyeri boyunca çizimler, resimler, heykeller, maskeler hatta şiirler üreten Oppenheim, üretimlerinin referansı olarak genellikle kendi hayatını ortaya koyar. Düşvari sahneler, bilinçaltı, seks, doğal hayat, kadınlık sorgulamaları Oppenheim’ın kafa yorduğu, üretim yaptığı konular olur. Üretimleri, günlük objeleri muzır bir dille bir anlatıma çeviren hayalle gerçek arasında bir yerdedir Oppenheim’ın. Hayal ve gerçek arasındadır; çünkü üretim rüyalardan gelir. Hayatı boyunca rüyalarının günlüklerini tutan ve bunları yazıya, sanat eseri olarak objelere döken Oppenheim’ın bu adeti, sıkı Carl Jung hayranlığından gelir. Sürrealistler arasında psikoanaliz ile ilgili gerçekten de otorite sayılabilecek kadar derin bilgiye sahip olan ve yaratıcılığını bu bilgiden besleyen bir tek Meret Oppenheim vardır.
Oppenheim, Jung’un özellikle anima ve animus öğretisinden etkilenir. Çok basitçe, bu arketipe göre erkeğin bilindışı alanında bir kadın benliği, kadının bilinçdışı alanında ise bir erkek benliği vardır. Ki bu benlikler, partner seçiminde ve ilişki yürütmede büyük rol oynar. Gündelik hayatta gizlenen bu içsellikler, rüyalarda ortaya çıkar. Oppenheim, rüyalarını bu öğretiden yola çıkarak yorumlayarak temel hayat sorularını yanıtlamaya çalışır. İşlerinde Jung’un arketipinden referans alarak ikonografi, semboller, motifler kullanır. Kadınlık, cinsellik, cinsiyet üzerine birçok üretim yapan Oppenheim, sanatçıların kadın ve erkek olarak sınıflandırılmasını reddeder. Yani, hem feministlerle benzer konuları tartışır hem de eşitlikçi olduğundan örneğin sadece kadınlara özel sergilerde yer almayı reddeder. “Kadın ve erkek arasında hiçbir fark yok. Bu dünyada sanatçı veya şair var. Kadın sanatçı veya erkek şair değil… Cinsiyetin bu konuda hiçbir rolü yok,” der. Sürrealizmin “ilham perisi” olarak adlandırılan kadının bu konudaki yorumu ise şöyle olur: “Kadınlar Tanrıça, peri ya da sfenks değiller. Bunlar sadece erkeklerin projeksiyonu.”
Oppenheim, işlerinde tam da bu projeksiyonları irdelemeyi seçer. Erkeklerin kadınlarla ilgili fantezilerini, kadınlarla ilgili tabuları konu edinir, onlarla dalga geçer ve onları yıkmayı amaçlar. Meret Oppenheim, kadınların bu tabuların baskısıyla binlerce yıl boyun eğdirildiğini savunur ve ekler “Özgürlük verilmez, alınır.” Ve gerçekten de Meret Oppenheim, sanat dünyasında kadınların sadece metres ya da ilham perisi olarak yer alabildiği bir dönemde, kendine bir sanatçı olarak yer edinmeyi amaçlar ve başarır. Sürrealizmin konu ettiği fantezileri, kadınların alınmadığı o dünyanın kapılarından tam da bu fantezileri kullanarak ama onlara zekice, tam tersinden yorumlayarak girer ve tabuları yıkar.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra sürrealizmin değiştiğini düşünen Oppenheim, zamanla bu akımdan uzaklaşır ve sürrealist olarak anılmak istemez. Oppenheim, kariyeri boyunca farklı fikirler ve tekniklerle deneyler yapmayı sürdürür.
GARSON, BİRAZ DAHA KÜRK LÜTFEN!
Meret Oppenheim, sürrealist akımın bir parçası olarak üretimlerinde günlük objeleri derin konuları sorgulamak için kullanır. Örneğin; bir ayakkabı, bir kaşık, bir eldiven ya da bir sandalye, Oppenheim’ın sanatının bir parçası haline geldiğinde günlük fonksiyonunu kaybeder ve espri, erotizm içeren, biraz da karanlık bir üslupla kadın cinselliği, kimlik, toplum veya sömürgeyi sorgulayan bir üretim olur.
Objeleri günlük fonksiyonlarından sıyırıp onlara farklı anlamlar yüklemek birçok sürrealist tarafından (Hatırlayalım; Duchamp’ın pisuarı!) denenmiş olsa da en ünlü sürrealist eserlerden birine kürk kaplı çay seti ile Oppenheim imza atmıştır. 1936 yılında bir gün bir kafede Pablo Picasso ve Dora Maar ile öğle yemeği yiyen Oppenheim, o gün kürkle kaplı bir metal bileklik takar. Arkadaşlarının bilekliği ile ilgili yaptığı yorumlar üzerine “İstersen her şey kürkle kaplanabilir, hatta bu fincan ve tabağı bile,” diyen Oppenheim, garsona döner ve “Garson, biraz daha kürk lütfen!” diye bağırır. O anda Meret’in kafasında bir ışık yanar ve yemekten sonra bir dükkana girerek bir fincan takımı ve kaşık alır ve bunları ceylan kürkü ile kaplar. Fincan takımı medeniyeti temsil ederken, kürk vahşi doğayı temsil eder. Hem ona dokunmak, onu kullanmak istersiniz hem de o fincandan çay içmek için fincanı ağzınıza götürmenin yaratacağı nahoş hissi düşünmek bile istemezsiniz. Burjuva sınıfı böyledir; kafelerde çene çalarak hayatını geçirir, kendini kürklere sarar ve doğaya verdiği zararı düşünmez bile... Başka bir bakış açısına göre, kürk, kadını temsil eder, yuvarlak fincan kadın genitaline benzetilebilecekken kaşık bir fallustur; bütün bunların kürkle kaplı olması bu fikri daha da erotize eder. Bir daha baktığınızda artık ne fincan fincandır, ne de kaşık, kaşık… Sıradan bir günde çay içtiğiniz objeler; medeniyet, kimlikler, erotizm, sömürge gibi konuların içine dalıp gitmiştir… “Bir fincan takımına daha ne kadar anlam yüklenebilir ki?” diye soruyorsanız bir de eserin adına değinebiliriz: Sürrealizmin öncülerinden Andre Breton, Leopold Sacher-Masoch'un Venus in Fur romanından Edouard Manet'nin Dejeuner sur l’herbe resminden esinle Oppenheim’ın eserinin ismini Object: Le Déjeuner En Fourrure koyar. Böylece edebiyat, sanat tarihinde kadının sergilenmesi, ustalara referans da işin anlamına yüklenmiş olur. (Roman ve resmin anlamları ile ilgili detaylı açıklamalar, merak edenler için internette mevcut) Breton’un da kutsamasıyla MoMa’nın Direktörü Alfred Barr, eseri hemen o yıl dünyaca ünlü müzenin ilk sürrealist sergisi Fantastic Art: Dada and Surrealism’e dahil eder ve eseri en azından bin frank’a satmak isteyen Oppenheim’den 50 dolarcık bir ücretle alır. İşte böylece, Meret Oppenheim, MoMa koleksiyonuna kabul edilen hem ilk kadın hem de müzenin ilk sürrealist eserinin sahibi olarak “First Lady of MoMA” olarak anılmaya başlar.
Object’nin başarısı ve aşırı ünü anlatılanlara göre Oppenheim’ı bir depresyona sürükler, sanatçı uzun bir süre üretim yapamaz. Daha sonra geri döndüğünde maske, takı hatta modacılarla işbirliği içinde (Dali ile moda dünyası ile çalışan iki sürrealist olurlar) kıyafet üretimleri yapar.
Ne üretirse üretsin Oppenheim’ın çizgisi, hep ilk bakışta belki görülemeyecek, insanın bilinçaltındakileri gıdıklayan, sorgulayan işler olur. “Hemşirem” (My Nurse) isimli işinde bir çift topuklu ayakkabıyı ters çevirip bir tepsinin üzerine birazdan servis edilecek bir Noel hindisi gibi yerleştirir. Kadınlar için hâlâ (!) ne derler bilirsiniz; “Sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı, yatakta fahişe” gibi olmalıdırlar! “Hemşirem” işte bu ikiyüzlülüğü ve erkek keyfine göre verilen rolleri sorgular, kadınların giyindirilip “servis edilmesi”, evde almak zorunda oldukları hizmetçi rolleri... Farklı dönemlerde yaptığı; “Çift” (Couple) işinde birbirine burundan yapışık olduğu için yürünmesi imkansız bir çift bağcıklı bot; bir dönem çok gençken birlikte olduğu kendinden yaşça büyük sürrealist Max Ernst’e bir gönderme olan “Çabuk Çabuk! En Güzel Sesli Harf Düşüyor (Quick, Quick, the Most Beautiful Vowel Is Voiding) resmi, sizi hep benzer yüzleştirmelerle karşı karşıya bırakır.
Başkalarının seni sokmak istemediği kapılardan onların anahtarlarıyla girmek, düşünmek, hayal kurmak, hayallerini anlatmak ve karşındaki ile ince ince dalganı geçerek ona baş kaldırmak, bunu başarmak, tabuları yıkmak, istediğin gibi, olduğun gibi kabul görmek… Bunlar ne güzel şeyler. Ne diyelim; umarım rüyalarda buluşuruz Meret!