Garib ve Köse suikastlarını anlamlandırmak
Garib’i KDP verdiyse, Köse suikastına kim zemin hazırladı? PKK on yıllardır benimsediği IKB’de eylem yapmama kuralını, birden bire ama kendine ikna edici inkâr (“plausible deniability”) maskesi sağlayacak biçimde, Osman Köse’yi üçüncü ellere katlettirmek için mi bozdu?
İlk görev yerim Cezayir’de bir resepsiyonda, üç genç “ikinci” (yani büyükelçiden sonra gelen meslek memuru, “müsteşar”) sohbet ediyorduk. Yanlış anımsamıyorsam Fas Büyükelçisi yanımıza geldi, nezaket cümlelerinden sonra kendi ikincisine yeni öğrendiği bir iç siyasi gelişmeden söz etti. Faslı müsteşar da “haberim var” dedi. Güngörmüş Faslı büyükelçi muzip bir ifadeyle gülümsedi, bize dönerek “aferin, müsteşarlığın birinci kuralı her konuyu misyon şefinden önce bilmektir, ben de böyleydim” dedi, meslekte cesaretlendirici sözler edip yanımızdan uzaklaştı. Biz de gülüşmüştük.
Benim gibi çokbilmiş “uzmanların” temel ve tekrar eden hatası sanırım, kendi bilmedikleri kişi ve gelişmelerin, bizatihi bilmemelerinden ötürü “önemsiz” olduklarını varsaymak. Diyar Garib’in kim olduğunu bilmiyordum ve PKK/KCK yapılanması içindeki konumundan habersizdim. KCK Yürütme Kurulu Üyesi Garib, 7 Temmuz günü Kandil’e dönüş yolunda Kortek virajlarında, MİT’in “işaretlemesi”, Türk Hava Kuvvetleri’nin içinde bulunduğu araca darbesiyle öldürüldü.
Türkiye’nin uzun terörle mücadele tarihinde, böyle “İsrail usulü” denilebilecek hedef gözeten, tek vuruşluk operasyonları çok değil, hatta pek yok. PKK lider kadrosunu eksiltmekte de yol kat edilebildiği herhalde söylenemez. Bu defa, yerden yani KDP’den alınan istihbaratla nokta atışı yapılmış. İstihbaratı veren KDP değil ABD miydi, yahut KDP’ye istihbaratı ABD mi verdirdi, bilemiyoruz. “KDP” deyince de, Başbakan Mesrur Barzani mi, Başkan Neçirvan Barzani mi anlaşılmalı, yoksa böyle bir ayrım yok mu, onu da şimdilik kestiremiyoruz.
ABD deyince de CIA mı, CENTCOM mu, SOCOM mu? “Böyle saçma soru olur mu” demeyin. YPG/YPJ, PKK’nin uzantısı. Değerli Fehim Taştekin’in alandan yazı dizisini lütfen okuyunuz. 2003’ten bu yana Habur’dan geçenleri karşılayan “Kürdistan’a Hoşgeldiniz” tabelasını unutun; IKB’den Rojava’ya açılan gayrıresmi Semelka kapısında her yanda Abdullah Öcalan portrelerinin asılı bulunduğunu aktarıyor Taştekin. Rojava’nın solunum borusu Semelka kapısını Türkiye yurttaşlarına Ankara’yla eşgüdüm halinde kapalı tutan da KDP.
ABD’nin orta vadede amacı Türkiye eliyle Kandil’i mümkün mertebe “düzleyip”, evcilleştirip, marjinalleştirip, Rojava’yı (“Fırat’ın Doğusu”) yeni merkez kılmak ve SDG’yi Türkiye’ye 1990’ların itibaren, sonradan IKB yönetimine dönüşecek KDP/KYB gibi, ulusal güvenliğe tehdit oluşturmayan bir meşru siyasi muhatap kılmak olabilir mi? Öyleyse, Suriye Özel Temsilcisi Büyükelçi Jeffrey Ankara’dayken, CENTCOM Org. McKenzie’ye de Rojava’da SDG Komutanı Mazlum Kobane’yle poz verdiren “strateji”, Garib’i de KDP üzerinden Türkiye’ye hedef göstertmiş olabilir mi?
Süleymaniye (1974) doğumlu Garib’in örgüt üst yönetiminde “eli silah tutan” kesimde ağırlık sahibi olmaktan ziyade diplomatik ve entelektüel yönüyle öne çıktığı anlaşılıyor. Çevre ülkelerle ilişkilerde temayüz ettiği söyleniyor. “Çevre” ülkelerin içine hem İsrail, hem İran dahil edilebilir mi? Her hal ve kârda, Garib’in Kandil’den söz konusu temasları için inişlerinde IKB makamlarını mutaden bilgilendirdiği ve hatta onlarla yüz yüze görüştüğü de biliniyor. Nitekim, öldürüldüğünde de KDP’den ilgili yetkililerle bir toplantıdan çıktığı ileri sürülüyor. Öldürüldüğü nokta ise KDP/KYB denetiminde değil, gri alanda.
ABD iç işleyişi bakımından, Garib’i “veren”, diyelim CIA Operasyon Direktörlüğü ise, o birimin kanunen CIA Direktörü dışında (CENTCOM, Bağdat Büyükelçiliği vs.) kimseye bilgi/hesap vermek, kimseden talimat almak gibi bir yükümlülüğü yok. ABD’nin dış siyaseti, Türkiye’yle ikili ilişkileri açısından da çelişki yok: SDG, Idlip, PKK, S-400 vb hepsi ABD için ayrı ayrı yalıtılmış kompartımanlar. Pekiyi, Garib’i KDP verdiyse, Köse suikastına kim zemin hazırladı? PKK on yıllardır benimsediği IKB’de eylem yapmama kuralını, birden bire ama kendine ikna edici inkâr (“plausible deniability”) maskesi sağlayacak biçimde, Osman Köse’yi üçüncü ellere katlettirmek için mi bozdu?
Yahut Köse Suikastı, KDP içinde belli belirsiz süren iktidar mücadelesinin konuya methaldar olmayan, karanlıkta bırakılan tarafının Garib operasyonuna verdiği karşılık mıydı? Köse’nin, hassas olduğu belli altı aylık geçici görevinin mahiyeti neydi? Bu geçici görevlendirme KDP’nin ilgili makamlarına uygun kanaldan deklare edilmiş miydi? Cinayetin RudawNet’te yayınlanan güvenlik kamerası kayıtlarında katillerin Köse’nin çanta ve cep telefonunu aldığı görülüyor. (NRTTV’de yayınlanan karşı açı güvenlik kamerası görüntüleri ise izaha muhtaç.) Bunlar acaba geri alınabildi mi?
Malum, istihbarat da, belki fuhşun yanı sıra dünyanın en eski mesleği. Yazılı kitabı, kuralı olmaz ama raconu yoktur denilemez. Örnekse, eski KGB’li Putin, değiş-tokuş edilmiş casusu yıllar sonra İngiltere’de öldürtmeye kalkarak raconu bozmuştu. Deklare istihbaratçılar bulundukları ülke ilgili makamları nezdinde irtibat görevi yapar. İstihbarat paylaşımı yapılan, bir anlamda “istihbarat müttefiki” ülke, aynı zamanda istihbarat hedefi olmaz. Oluyorsa da, istihbaratçıyı ele verecek diplomatik maske kullanılmaz.
Üstelik Köse suikastının yansımaları, katillerin KDP Asayiş birimlerince yakalanmaları ve güvenlik kamerası görüntülerinin IKB medyasına sızdırılmasıyla kalmadı. 25 Temmuz’da Dohuk ve Batifa kırsallarında, yine Garib operasyonuna benzer biçimde, yerden yani yine KDP’den alınan istihbaratla nokta atış yapılarak, iki ayrı araç hedef alındı ve suikastın planlayıcıları oldukları söylenen PKK mensupları ortadan kaldırıldı. Bu gelişmeyi de, KDP’nin iç iktidar çekişmesinin sürdüğü; KDP’nin PKK’nin çizgiyi aşmasını yanıtsız bırakmadığı; Ankara içinde müzakere süreci yanlıları ile karşıtları arasında mücadele olduğu; hatta PKK içinde de sızıntı ve/veya görüş ayrılığı bulunduğu gibi farklı yaklaşımlarla yorumlamak mümkün.
Yazının başındaki büyükelçilik müsteşarlarının “her şeyi herkesten önceden bilme” eğilimlerini aktarmıştım. Şu “her şeyi bilen adam” videosunu görmüşsünüzdür: İstihbarat ne işe yarar? Atanmış bürokratın (hariciye, istihbarat, askeriye) siyasi görevi nerede biter, seçilmiş yöneticinin siyaseti nerede başlar? Ankara da Erbil’deki olası iktidar çekişmesinin perde gerisinden tarafı mı, sahneyi düzenleme çabası içinde mi? Mesut Barzani nerede duruyor? ABD, Kandil’i “verip”, Mazlum Kobane ve SDG ile mi yol yürümek eğiliminde?
Yanıtsız soruları artırabiliriz: S-400’lerle ilgili yaptırımları tetikleyecek “kırmızı” çizginin alım, kurulum derken aktivasyona dek pembeleşmesinin, hatta F-35 programına geri dönüş kapısının dahi aralanmasının ve sürecin Nisan 2020’ye dek yayılmasının gerisinde başka bir uzlaşı mı var? Uzlaşı olsa, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Biz Fırat’ın doğusundaki terör koridorunu paramparça etmekte kararlıyız. Ne gerekiyorsa yapacağız. İzin almaya ihtiyacımız yok” der miydi? Yoksa ben nice muhayyel öküzlerin altında, doğmamış buzağı sanrıları mı görmekteyim? “Nalet olsun bu kafaya yaa, bilmediğim şey yok…”
Bana sorarsanız lider, vizyoner siyasetçi, hayalleri uğruna değil, ülkesinin, temsil ettiği kamunun yararına, tüm bu gerçek veya uydurulmuş bilgilerin, istihbarat oyunlarının dalgalarını Yavuz zırhlısı gibi yarar, geçer, sonuca ulaşır. Örnekse, De Gaulle’ün yeterli saha deneyimi, elinde yeterli istihbaratı yok muydu da, Fransa tam isyan bastırmada üstünlüğü ele geçirmişken hem de, gitti Evian Anlaşması’nı imzaladı, ülkesinin sömürgesi değil basbayağı denizötesi toprağı olan Cezayir’in bağımsızlığını tanıdı?
Niyet, cüret, irade, sabır. Bakınız bugün, CHP’nin artık tadilat filan değil yeni anayasadan, demokrasi cephesinden azına razı olmayacağını, “Kürt Raporu” hazırladığını, seçim barajının düşürülmesinden yana olduğunu biliyoruz. Demirtaş da, 16 Temmuz günkü savunmasında “Cumhurbaşkanı Erdoğan (…) demokratikleşme konusunda bir adım atarsa biz de kendisine on adım atarız" dedi. Kimileri kariyerlerini, kimileri canlarını feda eder, kimileri de nutuk söylemekle yetinir. Esas olan yüz yıllık Kürt meselemizin, anayasal yurttaşlık, demokratik cumhuriyet, ortak vatan çerçevesinde bütüncül çözümüne barışçıl yollardan ulaşmaktır.
PS - Barış Akademisyenleri’nin haklı olduğunu bilmem için AYM kararını okumama gerek yok. Aralarından bazılarıyla yıllar içinde arkadaşlık kurabilmiş olmayı kendi açımdan iftihar vesilesi addederim. Barış Akademisyenleri çok hırpalandı ama hiç bükülmedi, hep dimdik, tertemiz durdu. AYM kararının onların onurlu savaşımlarında somut olumlu bir aşama oluşturmasını umarım. Hâlâ iştahları kaldıysa, kanunsuzca koparıldıkları kürsülerine geri dönmeleri de kuşkusuz ülkemizin geleceğini aydınlatacaktır.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI