Nohut oda ve havuçlu pilav meselesi
Melisa Kesmez’in öyküleri arkadaşlar, anne baba ya da kardeşlerimizle paylaştığımız ‘ev’in tanıdık huzursuzluklarını, saklı dertlerini anlatıyor. Her defasında bir kabullenişle gelen yeni bir umut ve başlangıç duygusu noktalıyor bu öyküleri. 70 yıl önce Tarık Buğra’nın yazdığı bir öyküsünde olduğu gibi.
Melisa Kesmez’in, Nohut Oda adlı öykü kitabında ‘ev’ var. İçinde aile olmaya, karı koca ya da çift olmaya, dostlarımızla birlikte olmaya çalıştığımız, bunları çoğu zaman pek de beceremediğimiz o ev. Mutsuzluklarımızın mekanı, ama neticede bize ait olan belki de tek şey, kendimizi tanımlayabildiğimiz tek mekan. Ve ister istemez yegane sığınak.
Eşyalarla doldurduğumuz, o eşyaların aşinalığında bir kimlik ve aidiyet yaratmaya çalıştığımız kendimizin olsun istediğimiz ama bazen can havliyle kendimizi dışına atmaktan başka çare bulamadığımız yer. Çünkü aslında hiçbir zaman sadece bizim olmayan, aileyle, anne babayla, eşle, çocuklarla birlikte ‘ev’ olan, aksi takdirde de ister istemez hüzünlü bir yalnızlık kulesine dönüşen bir yer, ev.
Kendisine Sait Faik Hikaye Armağanı kazandıran ‘Nohut Oda’, Melisa Kesmez’in üçüncü öykü kitabı. Belli ki Kesmez, günümüzün en iyi anlatıcılarından biri. Yalnız ama güçlü kadınların ekseninde yer aldığı öyküler, hepsi farklı hikayelerin kahramanları olup da yolları kentte kesişen özellikle bir kuşağın, 80 sonrası doğanların hayatına denk geliyor. Bazen eleştirmenler onun öykülerinde kurgu ve dil kusurları bulsalar bile, Melisa Kesmez’in yakaladığı duygusal zeminde pek çok genç hatta orta yaşa adım atmış insan yaşıyor. Yakalanan ortak duyarlıkta Kesmez’in farklı sözcük seçimleri ve kendine özgü melodisiyle kullandığı dilin de etkili olduğu muhakkak.
Nohut Oda’da beş güzel öykü var. Dostluk, sevgililik, anne-baba ve kardeşlerle ilişkilerin içinde gezinen bu beş öyküden biri de Annemin Çadırı. Anlatıcı ‘yeryüzünü hunharca değiştiren doğa olaylarının kalplerimizi de ıskalamadığını’ on üç yaşında öğrendiğini söyleyerek başlıyor öyküye. 1999 İstanbul depremini çağrıştıran o korkunç gecenin ardından duyguları kıyıya vuran üç kişilik küçük ailenin bireyleri. Birbirinden fersah fersah uzak ama dip dibe yaşayan bir çift ve kızları. “Annemle babamı alıp uçsuz bucaksız bir çöle koysak, zıt yönlerde yürüyeceklerine emindim. Tut ki karşılaştılar, birbirlerinin adlarını bile sormaz, öylece geçip giderlerdi. Ama işte şimdi bir balkonda yan yana koymuştu hayat onları. Biri onları aynı öyküye yazmıştı. İki insan, bir çanak karpuz, masaya serili Fotomaç’ın üzerinde anbean yükselen bir kabuk tepesi ve bir televizyon. Balkonun sinekler üşüşmüş lambası altında, sessizce oturmuş ömür tüketiyorlardı. O gece sabaha karşı deprem oldu.”
Deprem gecesi evden ilk dışarı fırlayan kişi olan anne, sonraki günlerde de korkusunu bastıramaz. Herkesin dışarılarda yattığı geceler için parka kurdukları küçük çadırı kendine mekan edinir ve orada yaşamaya başlar. Evde baş başa kalan baba kız, bir türlü geri döndüremezler anneyi. Çünkü anne ‘özerkliğini ilan etmiştir’: “Annem anakaradan kopmuş, okyanusun ortasında bir ada olmuştu. Başta planladığı bu değildi ama bir felakete denk gelen bu çözüme hevesle sarılmıştı. Dört kişilik yemek masası ve iki kişilik yatağın somut bir gerçeklik kazandırdığı evliliğinden kaçmış, bir branda bezinin ardında kendine müşterek eşyadan bağımsız bir dünya kurmuştu.”
Sonbahar gelip de yağmurların başladığı bir akşam baba evden hışımla çıkar. Parka gider, anne çadırda değildir. Baba bir öfkeyle çadırı yerinden söker fırlatıp atar ve dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başlar. “Babam annemin olmadığı bir evde mutlu olamazken, annemin onun olmadığı bir çadırda mutlu olabilmesine ağlıyordu. Başka hiçbir şeye değil.” (…) “Annemi seviyordu babam, o zaman anladım bunu. Tamam, aynı dünyaların insanları değillerdi, tamam, kilometreler vardı aralarında ama seviyordu onu. Çok seviyordu işte. Kırk dört numara ayakları ve kocaman gövdesiyle, çocuk gibi seviyordu onu. ‘Kış geliyor,’ dedi gözlerini kaçırarak, ‘ya n’apsaydım?...’ Beni dünyaya getiren şeyin mayasında tek taraflı da olsa aşk vardı. Sevindim o zaman. Hiç sevinilecek zaman değildi ya, yine de sevindim ben.”
Diğer öyküleri gibi içerdiği onca hüzne, yalnızlığa, derde rağmen küçük bir umut ve sevecenlikle bitiyor bu öykü de. Dertler, tasalar bitmiyor ama sevecek ya da sevinecek bir şey kalıyor yine de anlatıcıya. Çünkü hayat devam ediyor.
Bu öykü garip biçimde kısa bir süre önce okuduğum bir başka öyküyü hatırlattı bana. Annemin Çadırı’ndan 70 yıl önce yayımlanmış bir başka ev içi öykü: Havuçlu Pilav Meselesi. Yazarı 1918 doğumlu Tarık Buğra.
Tarık Buğra’nın 1949’da yayımlanan Oğlumuz adlı kitabında yer alan öykü, kitabın genelinden de farklı bir ironiye, hatta neşeye sahip. Aslında, Jale Parla’nın ‘hüzün ve tevekkül’ sözcükleriyle tanımladığı Tarik Buğra öykücülüğünün de tipik bir örneği. Melisa Kesmez’in kadın karakterlerinin tersine, Buğra’nın bütün kahramanları erkek. Biraz zamanın ruhu itibariyle böyle… “Bu öykülerde mutsuz olan hep erkektir,” diye yazıyor Jale Parla önsözde: “Çoğu, erkeğin zamanın tahribatını hüzünle kabullenmesi ve kalan mutluluğun değerini idrak etmesiyle biter.”
Pazar sıkıntısıyla açılıyor Havuçlu Pilav Meselesi. Yeni evli çift çoktan kendini ev içi rutine bırakmış. Anlatıcı erkek sıkıntıyla bunun farkında: “Yağmur yağıyordu, pis pis yağıyordu. Bu havada, ancak, yapabilecek bir şey bulanların, bulduklarını yapabilenlerin canı sıkılmazdı. Bense, gazetenin bilmecesini de çözmüş bulunuyordum. Bekarken Pazar başka türlü geçerdi…”
Mutfaktaki karısına seslenip onu sohbete çekmeye çalışıyor, olmayınca o da mutfağa giriyor. Kendini akşam yemeğini hazırlamaya kaptırmış kadına yardım edercesine soyulmuş havuçları alıp doğramaya koyuluyor. Ama esas amacı, karısını kışkırtmak. İçindeki sıkıntıyı yapmacık bir kavgayla boşaltmaya, gizliden gizliye bu sıkıntının nedeni olarak gördüğü karısını da işin içine çekip bir nevi onu cezalandırmaya niyetli bir adam o artık. Bunun için çok zorlanmasına gerek yok. Evdeki egemenliğinin sınırları mutfağın kapısında başlayıp biten ve bu sınırı korumakta kararlı tipik bir eski zaman (ve belki şimdiki zaman) kadını olarak hemen huysuzlanıyor karısı, ‘Ne yapıyorsun orada?’ diye bağırıyor. Kocası ise ‘havuçlu pilav’ yaptığını söylüyor sakin sakin. ‘Demek havuçlu pilav da oluyor?’ diyen karısına, bu bilinmeyen yemeği savunuyor uzun uzun. ‘İlim zihniyetinin’ bunu gerektirdiğini, çok daha sevilebilecek bir pilavı da araştırmak gerektiğini izah ediyor. Karısının kızgınlığı iyice artıyor ama adam, hiç aldırmadan havuçlarla pirinci tencereye atıveriyor. Ve kavga! Nihayet hem de elindeki bıçağı masaya saplayıp ‘demek beni evden kovuyorsun’ diye bağırıp kendini sokağa atıyor adam. Sonra eski yalnız, bekar günlerindeki gibi bir meyhaneye gidiyor. Oradaki insanlara anlattıklarıyla kendine acındırıyor, sarhoş oluyor ve geç saatte eve dönüyor. Yaptığı saçmalığın farkında, karısını seviyor… onlar aslında mutlu bir çift. Kadını uyandırıyor, neşeyle mutfağa girip havuçlu pilav yiyorlar. Hayatın bundan sonraki biteviyeliğini kabullenmiş bir huzurla bitiyor öykü: “Öptüm. Yüzünü buruşturdu: ‘Sarhoş’ dedi. ‘Ben havuçlu pilav isterim! Açım…’ dedim. ‘Gel’ dedi. Mutfağa geçtik. Tabağı getirdi. Yarısından fazlasını yemişti. Gülerek: ‘Biraz daha itina edilse fena olmıyacak…’ dedi. ‘Vakit bırakmadın ki…’ dedim.”
Hikayenin iç sıkıntısını neşesiyle örten, altı sayfada evliliğin biteviyeliği karşısında kahramanın kapıldığı endişeyi ve ev içinde karısına yöneltiverdiği öfkeyi eşsiz bir beceriyle anlatan gerçekten çok güzel bir öykü Havuçlu Pilav Meselesi. Melisa Kesmez’den iki kuşak önce yaşayan İstanbullu genç insanların ‘ev’ içi halleri… İlişki biçimleri değişse bile temel duyguların kalıcılığıyla bugün hâlâ taze bir öykü. İtirazı ve kabullenişiyle kuşaklar arası garip bir köprü. Bir de bize Tarık Buğra’nın sadece Küçük Ağa ya da Osmancık’ın yazarı değil, aynı zamanda kendi kuşağının en iyi anlatıcılarından biri olduğunu fısıldayan bir kitap…