Evde huzur yok…
Kent, kendi yarattığımız ikinci doğamız. Ama ilk doğamıza uygun yaşadığımızı söylememiz zor. Kenti parsel parsel, merkezine rant kaygısını koyarak yağmalanacak bir alan olarak görmek yerine, itina ile ilmek ilmek dokunması gereken bir çevre olduğu bilinciyle yaklaşmalıyız.
İki hafta önceydi, sabah uyandım, kahvemi hazırladım, bilgisayarın başına geçtim. Gazeteye yazı yetişecek.
Birden hilti sesi. Ev sallanıyor. Sanki duvar delinecek. Bekledim bir ümit, susar diye. Aksine hilti sesine, elektrikli testere sesi de eklendi. Muhtemelen demir profil kesiliyor. Senfoniye sonra çekiç sesi eşlik etmeye başladı. Önce yan komşu zannettim. Kendisi iç mimar. Evinin sağı solu ile oynamadan duramaz. Yok, çapraz alt daireymiş. Ancak tadilat benim evin içinde yapılıyor gibi…
Aşağı, ustaların yanına indim. Giriş kapısı açık. Tüm mutfak ve banyoyu aşağı indirmişler. Gürültüden geldiğimi fark etmediler. Öfkeli değilim. Zamanında ben de çok ev tadilatı yaptım. Durumu kabulleneceksin. Nazikçe biraz sohbet ettim ve “Kolay gelsin ustam” diyerek geri döndüm. En azından kimileri gibi çalışmaya 8’de başlamıyor, sabah 9 buçuk akşam 5 arası nezaketini gösteriyorlar.
Tekrar konuya dönelim. “Sanki duvar delinecek” demiştim. Gerçekten, yıllar önce delinmişliği vardır.
Yan binayı bir restoran satın almıştı. Sekiz katlı bina, ilk iki kat müşterilere, gerisi depo, mutfak, havalandırma makine dairesi vs. Tadilat aylarca sürdü, gürültüden geçilmiyor. Çıkabilecek sorunları biliyorum. Önceden ustaları duvar kalınlığı konusunda uyardım. Buna rağmen, bir gün çelik putrel koridor duvarını delerek içeri giriverdi. Farkında bile değiller. Bağrış çağrış, ancak durdurabildim. Neyse, delik tekrar kapatıldı, üstüne sıva ve boya. Biliyordum bunun olacağını, halen sakindim, olayı sineye çekmekle yetindim.
Asıl sorun daha sonra ortaya çıktı. Çatısı, benim arka teras hizasında 11 havalandırma borusu, devasa metal heykeller gibi yükseldi. Zevk meselesi, groteks görüntüleri hoşuma gitmedi değil. Ama ikisi tam yatak odamın penceresinin dibinde. Sabahın erken saatinde, öğlen yemeklerini hazırlamaya başlıyorlar. Ağır, pis, yağlı bir koku etrafa yayılıyor. Zabıtayı çağırdım, baktılar, bir şey yapmadan gittiler.
Sorun büyüdü büyüdü, en sonunda Şişli Belediyesi İmar Müdürü’nü buldum. Bu defa çok sinirliyim. Zorla, ruhsat verdikleri planları çıkarttırdım. Çatı planında, havalandırma boruları gerçekten oldukları yerlerde görünüyorlar. Ama plan bomboş bir kağıdın ortasında, öylece duruyor. Etrafındaki binalar, arkası, önü, benim teras görünmüyor. Sadece parsel bazında çizilmiş. Okulda, öğrencilere sürekli “bir binayı çevresi ile çizin” diye uyarırım, en temel mimarlık kuralı. Üstelik karşımdaki kişi de mimar. En sonunda tartışmamız şöyle sonlandı.
- İsterseniz mahkemeye verebilirsiniz.
- Sizi mi, restoranı mı?
Yine de Allah’tan akşam koku yok, bunu da bu şekilde kabullendim.
Daha bitmedi. İnsanın tepesinde beton olmaması büyük nimetmiş. Bunu, bu evde öğrendim. Gökyüzünü, bulutları kırlangıçların dansını, yıldızları seyretmek muhteşem. Ayrıca tuhaf zevk anlayışım burada da çalışıyor. Çatıların düzensiz dalgalanmaları, bacaların, uydu antenlerinin dağınık ritmleri, kiremitlerin rengi ve dokusunun özgün güzelliğini keyifle seyrediyorum.
Bir zaman sonra görüntünün arkasından gökdelenler yükselmeye başladı. “Hadi, buna da tamam, başka bir perspektiftir” dedim. Hatta sayelerinde teras bir saat erken gölge oluyor. Hikaye, inşaatlar tamamlanınca patladı. Birinde, gece yeşil, mavi, kırmızı, sarı ışıklar bir aşağı bir yukarı inip inip çıkıyor. Hemen yanındakinin ise tüm yüzeyi dev bir ekran. Kocaman “Sinpaş” yazısı sağa sola hareket ediyor. Bildiğin devasa disko topu ikisi de. İnsanın gözü sürekli o tarafa kayıyor. Artık arkamı hafif o yana dönerek oturuyorum.
Bütün bunları sadece kişisel sorunlarımı sizinle paylaşmak, içimi dökmek için yazdığımı sanmayın. Bir yandan da kentin ses kirliliği, koku kirliliği ve ışık kirliliği gibi üç temel sorunundan bahsetmiş oldum.
Günümüz dünyası her ne kadar görselliği, imajları merkeze yerleştirmiş olsa da, diğer duyularımız altta güçlü bir şekilde çalışırlar. Çocukluk anılarınızı düşünün. Çoğu sadece bir koku, bir ses, hatta bir dokunuştan ibarettir ya da bulanık bir imgeye eşlik ederler. Başka bir yerden örnek. Ormanda ağaçların, yaprakların hışırtısı tek bir uyaran olarak bizi rahatlatır. Havayı içinize çeker ve gözünüzü yapraklarla örtülü gökyüzüne çevirirseniz, uyaranın kaynağı aynıdır ve birbirlerini tamamlarlar.
Oysa kentte ses kirliliği, koku kirliliği ve ışık kirliliği, üç önemli duyumuzun sürekli maruz kaldığı yorucu uyaranlar. Hepsini aynı anda algılasak da, farklı farklı kaynaklardan geldiklerinden zihinde bütüncül bir imge oluşmaz, bir uğultuya dönüşür. Lütfen deneyin. Gözünüzü kapayın ve boş bir kağıda, yaşadığınız kentin ya da çevrenin size ne ifade ettiğine dair imgesini basit ve hızlı bir şekilde çizmeye çalışın. Sonunda göreceğiniz şey, anlamsız bir karalama, uğultunun görsel imgesi olacaktır.
Ekrem İmamoğlu’na, İBB başkanı seçilmeden önce katıldığı bir programda “İstanbul için mega projeleriniz var mı?” diye sorulmuştu. Cevabını çok iyi hatırlıyorum: “Mutlu bir kent yaratmak.” Ardından, her mahalleye kreşler açılmasından, gelir eşitsizliğini düzeltmekten, yeşil alanların çoğaltılmasından, kısacası insanların gündelik hayatlarına değecek, yaşamlarını kolaylaştıracak şeylerden bahsetmişti.
Ne güzel. Ama tarif edilen bu fiziksel maddi dünyaya, bahsettiğim duyusal dünyanın eklenmesi lazım. Kent, kendi yarattığımız ikinci doğamız. Ama ilk doğamıza uygun yaşadığımızı söylememiz zor. Kenti parsel parsel, merkezine rant kaygısını koyarak yağmalanacak bir alan olarak görmek yerine, itina ile ilmek ilmek dokunması gereken bir çevre olduğu bilinciyle yaklaşmalıyız. Daha önce de “kent, yaşayanları ile bütünleşmiş canlı bir organizma gibidir” demiştim. Bir yerine, dokusuna zarar verirseniz, başka yerlerinde sorun çıkar.
Yakın bir arkadaşımdan sürekli dinlediğim bir sorun…
Kadıköy’de, özellikle Caferağa, Osmanağa ve Rasimpaşa mahallelerinde konut alanları ile eğlence mekanları iç içe geçmiş durumda. Gece ikilere üçlere kadar süren gürültüden uyuyamıyorlar. Otopark sorunu, eğlenmeye gelenler nedeni ile ikiye katlanmış. Apartman kapılarına işeyenler, nara atanlardan geçilmiyormuş sokaklar. Şu an aynı kentin ortak yaşayanları, oranın sakinleri ile eğlenmeye gelenleri arasında ciddi bir gerilim yaşanmakta.
Aslında sorunun asıl kaynağı İstiklal Caddesi’nin yıllardır bilinçli bir şekilde köhneleştirilmesi, plansızca başka bir şeye dönüştürülmesinde yatıyor. Beyoğlu, kendine özgü kozmopolit yapısı ile eğlence, sanat, sergi, kültür alanlarını barındıran, kentin yükünü kaldıran güçlü bir çekim bölgesiydi. Bugün eğlence mekanları Karaköy, Beşiktaş ve Kadıköy’e kaymış durumda. Bu yer değiştirme Karaköy’de büyük bir sorun yaratmamış gibi görünüyor. Hırdavatçıların olduğu bölge kolayca kültür, sanat, eğlence mekanlarına dönüştü. Ama aynısı konut ve eğlence bölgelerinin üst üste binmesiyle, Kadıköy için geçerli olamıyor. Görüyorsunuz, İstiklal Caddesi'ne dokunuyorsun birden Kadıköy’dekinin canı yanıyor, bağırmaya başlıyor.
Kentlerin, ortak evlerimiz olduğunu anlamamız lazım. Kendi yaşadığınız evde nasıl bir uyum ararsanız, hadi abartayım mutfağa yatağınızı koymazsanız, aynı uyum kent için de geçerli. Tekrarlıyorum, burada ele aldığım konu sadece maddi bir gerçeklik olarak anlaşılmamalı. Duyularımıza ve oradan da aslında üzerine fazla düşünmediğimiz, çok güçlü bir şekilde duygularımıza değen bir niteliğe sahip. Eğer kentin kendisine, kenti paylaştığımız insanlara ve kendimize bu derinlikten bakabilirsek, her şey anlamlı olabilir.
Galiba bu hafta bu kadar.
Ek: Burada Kadıköy Belediye’sinin bölge için stratejik planı bulunuyor. Plandan çok bölge sakinlerinin sorunlarının sıralanması şeklinde ama sorunun boyutlarını anlamak için okuyun. Zaten kısa bir metin. Ayrıca sizler de kendi belediyelerinizin sayfasından bölgenize ait stratejik planlara ulaşabilirsiniz.