Küreselleşme böler mi?
Türkiye küreselleşme ve bölünme konusunun neredeyse her boyutunu deneyimlemiş bir ülke. Bir yanıyla Türkiye, bölünme algı ve kuşkusunun en güçlü olduğu ülkelerden biri, hatta iç, dış ve güvenlik politikasının temel dayanaklarından birini bu kaygı oluşturuyor. Küreselleşmeye dahil ama 40 yıldır yaşanan çatışma, kapitalizmin en az geliştiği Güneydoğu bölgesinde yoğunlaşmış durumda.
Geçen yazıda küreselleşme ile emperyalizm arasındaki ilişkiye değinmiştim, küreselleşme ile devlet ve toprak/teritori arasındaki ilişkiye ise yer kalmamıştı. Bu yazıda 1990’lardan itibaren ulusalcı algılamada bir inanç haline dönüşmüş olan küreselleşmenin devlete karşı ve onu kapasite olarak zayıflatmaya, toprak olarak bölmeye odaklandığı görüşünü, günümüz küresel siyasetinin geldiği aşamadan bakarak bu analizin nasıl sorunlu bir noktadan hareket ettiğini göstermeye çalışacağım. Böylece, hem küreselleşmenin günümüzde aldığı biçim, hem de bunun Türkiye açısından yarattığı bazı sonuçları kısaca tartışacağım.
DEVLET ZAYIFLAMADI
1990’lar boyunca hem akademik literatürde hem de popüler yazımda küreselleşme ve devlet ilişkisi en ilgi çeken konulardan biriydi. Bunun özellikle ulusalcı ve bazı sol çevrelerdeki algılaması kestirmeden iki ön kabule dayanıyordu. Küreselleşme devleti zayıflatır ve/veya bölmeye çalışır. Bu görüşü savunanlar küreselleşme süreci ve onun karşısında zayıflatmaya çalıştığı bir devlet olduğu yanlış varsayımına dayandıkları için, küreselleşme sürecine devlet eliyle direnilebileceğini zannettiler. Oysa, küreselleşme bu kesimlerin tam da savundukları devlet tarafından uygulanan bir süreçti. Küreselleşme finansallaşmanın ağırlık kazandığı ve finansal hareketlerin serbest hale geldiği, üretim ve tüketim için ulusal sınırların öneminin olmadığı bir süreçti. Burada devletin bunun koşullarını sağlaması, Soğuk Savaş dönemi kalkınmacı devletinin bu yönde dönüşmesi önemliydi. Yabancı sermayenin giriş çıkışı, yatırım koşulları, hukukun üstünlüğü (yerli ve yabancı sermayenin malına, gelirine el konmayacak ve kâr transferine dokunulmayacak) şeffaflık ve hesap verilebilirlik (rüşvet maliyetleri yüksek olmayacak, açık ihalelerde güçlü büyük sermaye avantaj elde edecek) sağlanacaktı. Bunları da devlet gerçekleştirecekti. Zaten kapitalizmin merkezindeki 2008 krizi devletin kapitalizmin sorunlarını, krizlerini çözme sürecinde ne kadar kritik bir yere sahip olduğunu bir kez daha gösterdi. Ulusalcı yaklaşım ve hatta solun bir kesimi bu noktayı ya görmedi ya da görmek istemedi, yanlış bir tanım üzerinden hareket etti. Sorunun kaynağında bir aygıt olarak devlet (state) ile bir ekonomik model olan devletçiliğin (statism) birbirine karıştırılması yatıyordu. Küreselleşme süreci ilkinin dönüşmesini, ikincisinin tasfiyesini öngörüyordu. Geçen süreçte devletin, etkisi, rolü azalmadı. Devlet üretimden çekildi, hizmet sektöründe ise (eğitim, sağlık, altyapı) sermaye ile birlikte hareket etti, hatta bu sektörlerde sermayenin önünü açtı, iç ve yabancı sermayeye kaynak aktarımının başlıca araçlarından biri oldu. Yine bu süreçte, kamu kuruluşlarının satışını, ulusalcılığın savunduğu devlet mekanizması gerçekleştirdi. Daha hazin olanı ise küreselleşme karşıtlarının yine direnç merkezi olarak gördükleri devlet eliyle ve onun zor araçları kullanılarak tasfiye edilmesi oldu.
ÇİN VE HİNDİSTAN, KÜRESELLEŞMECİ AMA DEVLETÇİ
Bu noktada Çin ve Hindistan’ın hem küreselleşmeyi savunan ama hem milliyetçilik ve devletçilikten ödün vermeyen modelleri ilginç örnekler olarak önümüzde duruyor. Hindistan 1991’den itibaren neoliberal küreselleşmeye eklemlenirken devletin konumunda ve kapasitesinde bir değişiklik yaşanmadı, hatta giderek Hint milliyetçiliğinin yükseldiği bir siyasal çizgiye kaydı. Yine Çin, Komünist Parti yönetimi altında devletin bütün güvenlik ve toplum üzerindeki baskı araçlarını kontrol ettiği bir modeli, teknolojik imkanları da devreye sokarak daha da ağırlaştırdı. Bütün bunların bize söylediği, Türkiye’deki algılamanın tersine zayıflamak bir yana aslında bu sürecin yarattığı sorunlar (gelir dağılımı bozuklukları, işgücü ücretlerinin baskılanması, çevreye yönelik talan, kent rantının artmasının getirdiği paylaşım sorunları) nedeniyle devletin daha da güçlendiğidir. Zaten bir zayıflama olsaydı, günümüz siyaset bilimi literatürü neoliberal otoriterlik tartışmasıyla dolmazdı. Şu anda dünyada yükselişte olan otoriter eğilimleri mümkün kılan, devletin küreselleşme sürecinde zayıflamayıp, yeniden yapılanmasıydı. Türkiye’ye bakacak olursak, küreselleşmeci olan, neoliberalizmden hiç ödün vermeyen AKP döneminde devletin dönüştüğünü ama toplum karşısındaki gücünde hiçbir azalma olmadığını bugün zaten deneyimleyerek yaşıyoruz.
KÜRESELLEŞME, ÇATIŞMA VE BÖLÜNME
Türkiye’de küreselleşme süreci ile toprak olarak bölünme arasında mutlak bir ilişki kuruldu. Öncelikle, bölünme söz konusu ise, zamanında Çekoslovakya hariç çok az örnek dışında, bir çatışma dinamiği gereklidir. Bu noktada bölünme ve çatışma olgusunun hem genel olarak kapitalizm hem de küreselleşme süreciyle ilişkisi aslında yaygın algılamanın tersidir. Öncelikle kapitalistleşmeyle birlikte ve kapitalizme dahil oldukça çatışma ihtimali azalır. Kapitalizm girdiği yere kendi sermaye mantığını dayatır. Bunun da temelinde sermaye birikimi ve aktarımı süreçleri vardır. Çünkü çatışma sermaye birikim süreçlerini kesintiye uğratma riski taşır. Hatta, bir bölgede çatışma çıkarsa, küresel sistemin ilk tepkisi çatışmayı çevrelemek (contain), küresel kapitalizmin üretim, tüketim ve ulaşım mekanizmalarına zarar verme ihtimalini engellemek olur. Ve en temelde kapitalizm çatışmayı kapitalist olmayan bölgelere doğru iteler. Daha çarpıcı olanı küreselleşmeye dahil oldukça çatışma dinamiğinin etkisini kaybetmeye başlamasıdır. Küresel sermayenin girdiği ülkede devleti zayıflatmak ya da toprağı bölmekten daha acil ve öncelikli sorunları olur. Hukuk sistemi, rekabet ve ihale yasası, sermaye transferi, işçi ve sendika ilişkileri, finansal açıklık vs.
Günümüzde çatışma ve iç savaş yaşanan bütün bölgeler neoliberal küreselleşmeye dahil olmayan, bu sürecin dışında kalan ülke ve coğrafyalardır. 1990’lardan itibaren yüzeysel bir bakış bile çatışma yaşanan ve hatta bölünen ülkelerin küreselleşmeye eklemlenmeyen ya da eklemlenemeyecek kadar geri kalmış ülkeler olduğunu bize gösterir. Ruanda, D. Kongo, Yugoslavya, Afganistan, Irak, Sudan, Libya, Yemen, Suriye. Kapitalizm bütün sorunları çözmez ama sorunları kendisine zarar vermeyecek bir forma sokar, çatışma dinamiğinden çıkarıp siyasallaştırır. Kapitalist merkezde bazı etnik sorunlar ve çatışma yaşansa bile Quebec (Kanada), Bask ve İrlanda sorunlarında olduğu gibi sorun kontrol altında tutulur, varsa şiddet boyutu ve insan kaybı sınırlı kalır, çözüm ihtimali daha yüksektir. Öte yandan küreselleşme süreci içinde bölünen, bağımsızlık kazanan ülkeler ise yine kapitalizmin yeterince gelişmediği ve küreselleşmeye dahil olamayan ülke veya o ülkedeki geri kalmış bölgeler olan Sırbistan (Kosova), Endonezya (Doğu Timor) ve Sudan (Güney Sudan) olmuştur.
Buradan kapitalizmin her durumda barış ve istikrar getirdiği anlamı çıkmaz. Bu sürecin tabii ki istisnaları vardır. İlki, kapitalizmi yaymak için yapılan emperyalist işgaller ve müdahalelerdir. İkincisi ise kapitalizmin tarihsel olarak büyük krizlerini savaşla çözme eğilimidir. Üçüncüsü ise iktidarını tehlikede gördüğü an muhaliflere karşı her türlü şiddet yoluna başvurma eğilimidir.
TÜRKİYE’NİN BÖLÜNME PARADOKSU
Türkiye ise bütün bu süreçte, küreselleşme ve bölünme konusunun neredeyse her boyutunu deneyimlemiş bir ülke. Bir yanıyla Türkiye, bölünme algı ve kuşkusunun en güçlü olduğu ülkelerden biri, hatta iç, dış ve güvenlik politikasının temel dayanaklarından birini bu kaygı oluşturuyor. Küreselleşmeye dahil ama 40 yıldır yaşanan çatışma, kapitalizmin en az geliştiği Güneydoğu bölgesinde yoğunlaşmış durumda. Ama bununla çelişkili bir biçimde Türkiye aynı zamanda en az bir ülkenin bölünmesinde aktif rol oynayan bir ülke. 1999 müdahalesi öncesinde ve sırasında Türkiye, ayrılıkçı olan Kosovalı Arnavutların yanında durmuş, her türlü desteği sağlamış, müdahaleye katılmış ve bağımsızlık ilanını ilk tanıyan ülkelerden olmuştu. Yine Türkiye’nin Irak ve Suriye politikaları aslında bu ülkelerin hukuken olmasa da fiilen bölünme (Irak) ve istikrarsızlaşmalarına (Suriye) katkıda bulundu.
YENİ DÖNEMİN YENİ SİYASETİ
Küreselleşme karşısında devletin küçüleceği, zayıflayacağı ve ülkelerin bölüneceği (bazı iddialara göre dünya 500 devlete bölünecekti!) gibi tezler günümüzde gündemden düştü. Bir dönemin yönetişim, şeffaflık, sivil toplum gibi çok popüler kavramlarını hatta küreselleşme adının kendisini pek duymuyoruz. Tersine, hakim ulus milliyetçiliği, sağ popülizm, ırkçılık yükselişte. Küreselleşme sürecine derinden entegre olmuş Türkiye gibi ülkelerin iktisadi açıdan bağımlılığı devam ederken ve devletin özellikle toplum karşısındaki gücü artarken, toplumu denetleme, asker yerine polis üzerinden baskı araçlarına başvurma (1990’larda generaller öndeyken ve onların adı bilinirken, şimdi İçişleri Bakanı’nın ön planda olması manidar) hukuksuzluğa kayma, kurumları zedeleme gibi gelişmeler sağ siyasetin yeni uygulamaları olarak belirdi. Bu siyasetin Türkiye’deki taşıyıcısı ise Erdoğan ve AKP oldu. Artık küreselleşmenin ekonomik mantığının bölünmeye yol açma ihtimali olmadığı gibi, jeopolitik mantık açısından da böyle bir ihtimal, geçmişte var idiyse bile şimdi söz konusu değil. O yüzden başta devletimiz ve bölünme korkusu taşıyan herkes artık rahatlayabilir.