Sorunları bugün, çözümü gelecek için konuşmak
Daha kötü bir gelecek iddiasının yarattığı belirsizlik ve argüman karışıklığı, olanı perdeleyen bir gündem yaratmaya imkan veriyor. “Türkiye Suriye’de bir yanlışa mı ilerliyor?” sorusu, halen içinde olunan yanlışı örtüyor. Ekonomik krizle ilgili “bak fena olur” uyarıları, iktidara değil kendi iddiasına zorlu sınavlar açıyor.
Bir süredir başka konular hakkında yazdıklarımın arasına sıkıştırmaya çalışıyorum. Bazı yazılarda alt başlık olarak daha doğrudan temas ettiğim de oldu. Ama galiba artık iyice altını çizmek gerekiyor: İktidar, yakın dönemde iyice sıkıştığı ekonomik kriz ve dış politika açmazları yüzünden sıkıntılı zamanlar geçirdi, seçim yenilgileriyle, siyasi çalkantılarla tanıştı. Bunların etkileri, sıkıntılarıyla hâlâ boğuşuyor ve çok da kolay çözebileceği bir durum gibi de görünmüyor. Fakat diğer yandan, neredeyse hiçbir şey yapmadan, bu sıkışmalardan nispi olarak sıyrılıp, zamanı yeniden lehine çevirmeyi başarmış bir havada. Üstelik sadece kendisinin inandığı bir hava değil bu, bir ölçüde kabul da ettirmiş sayılabilir. Sorunlar yerli yerinde durmasına rağmen, yokmuş, zayıflamış veya kendiliğinden düzelecekmiş gibi yapabiliyor. Onların baskısını sırtından atabiliyor. Hatta komik ve abartılı bulunsa bile, bazı iktidar sözcüleri, “şahlanış döneminin başladığı” gibi iddiaları gündeme getiriyor. Peki bu nasıl mümkün oluyor? Bu sorunun çok sayıda cevabı var. İktidarın ve onun destek çevresinin niteliğinden muhalefetin ve siyasi gündemin biçimlenişine, bu sorunların yapısal karakterinden ilgili aktörlerin acayipliğine kadar birçok neden sıralanabilir. Hangisinin daha etkili, hangisinin daha az önemli olduğu üzerine sert tartışmalar açılabilir. Bu yazının veya herhangi bir yazının bütün bunları karşılaması elbette söz konusu bile olamaz. Burada bahsedeceğim, bazı konu başlıklarında daha belirgin biçimde ortaya çıkan tartışma üslubunun (biçiminin) ve zaman faktörünün bu sonuç üzerindeki etkisi.
Son yılların en önemli, son haftaların da en canlı tartışma başlığı Suriye meselesine bakalım. Çok uzun bir süredir, tarafların ne yapabilecekleri, ne yapamayacakları, yaparlarsa ne olacağı üzerine öngörüler, analizler, niyetler, iddialar ortaya konuluyor. Çarpıcı ve etkili olması için büyük bir kesinlikle ifade edilen bu tezlerin, hemen hiçbiri tam olarak doğrulanmadı. En isabetli olanların bile, tamamen veya kısmen çuvalladığını gördük. Şimdi gelinen noktada, karşılıklı restleşmelerin hilafına, muğlak bir mutabakat metninde anlaşıldığı söyleniyor. Her gün yenilenen arka plan haberleriyle, zeminin metinden de muğlak olduğu anlaşılıyor. Bir yandan da, bu karmaşa vesilesiyle önü açılan çok acayip bir gelecek tartışması yürüyor. Her taraf, bu karışıklığı kendi tezinin doğrulanması -en azından gidişatta kendisini haklı çıkartacak bir hadise- olarak anlatıyor. Mutabakatın imzacısı olmasına rağmen, iktidar yanlıları gelişmeyi “oyalamayı durdurma” olarak tarif ediyor. ABD ile fazla gerilmeden meseleyi çözmek isteyeni de, radikal Avrasyacısı da -biri sonuç alındığı, diğeri asla sonuç vermeyeceği öngörüsüyle- geleceğe doğru yorumluyor. Muhalefet tarafında da, ABD’nin oyalama tezgahına gelindiğini söyleyenler de, “Türkiye de istediğini alamadı ki” diyenler de, durumu gayet net kavradıkları iddiasında. İktidar tarafında da, muhalefet tarafında da, “buradan bir sonuç çıkmaz” diyenlerle bunu kazanım olarak görenler birbirini dengeliyor. Gidişatın varacağı yer konusunda, iki tarafta ortaklaşanlar bulunuyor. Samimiyet testi tartışmaları bir negatif eşitlik oluşturuyor. Yani geleceğe matuf katsayılar eklenerek, sıfır etkiye uzanan bir denklem kuruluyor. Tartışmada yaratılan bu denklik de, iktidarın durumu idare etmesine yarıyor.
Ekonomik kriz etrafında oluşan tartışmalar da benzer bir seyir izliyor. Aslında mevzu, eşeği kaybedip bulmaya sevinme hikayesi gibi. Eşeğin kaybolacağı ve ama asıl önemlisi asla bulunamayacağı üzerine fazla konuşulunca, meselenin buraya sıkışmasına izin verilince, eşeğin bulunması fazla önemli bir hadise, bulan da başarılı -en azından tehlikeyi savuşturmuş- biri haline geliveriyor. İş saklambaca dönüşüyor. Son derece oynak ve çok sayıda faktöre bağlı popüler göstergeler asıl referanslar haline getirilince, her durumdan herkesin kullanabileceği malzeme çıkabiliyor. Döviz, enflasyon, faiz rakamları üzerinden hem felaket tablosu, hem başarı hikayesi kuruluyor. Abartılmış uyarılar, uydurulmuş zaferlerin kapısını aralıyor. Tercihler, eğilimler, niyetler tartışılmaz yasalar gibi sunulunca, bunlara uygun davranmayıp sonuç almak veya son derece uyumlu olup aksini iddia etmek daha kolay hale geliyor. En bildik uygulama devrim, en acayip hamle normal diye sunuluyor. Yukarıda Suriye meselesi -aslında S-400 olayı da benzer bir vaka- üzerinden anlatmaya çalışılan sıfır etkili, geleceğe gönderilmiş tartışma denkliği, ekonomi alanında da kuruluyor. Tamamen zıt taraflarda bulunduğu iddiasında olup, benzer sonuçlar etrafında kümelenen tartışma argümanları, yaşanan durumu olağandışı bir muğlaklığa ve kullanışlı bir belirsizliğe sürüklüyor. Fazla iddialı saldırganlık, sonuçsuz eleştirilerin garantisi; organize vurdumduymazlık, temelsiz özgüvenin zemini oluyor. Olmakta olan yerine, herkesin serbest atışına açık bir “gelecek” konuşuluyor. İktidar, bu muğlaklık ve belirsizlikten, gündem yönetme avantajı, en hafiften zarar görmeden bekleyebileceği korunma alanları imal edebiliyor.
“Her şey güzel olacak” hevesini, problemlerimizi artık konuşmaya başlayacağız, artık yeni bir gündem oluşacak diye okumuş olanlar için, pek parlak günler yaşamadığımız ortada. En azından iktidar cephesinden yansıyan hava hiç öyle değil. Kibir destekli şişirilmiş özgüven, yeniden moral bozucu seviyelere tırmanıyor. Sorunların yarattığı sonuçlar, yeni bir gündem ve yeni bir tartışma düzeyi açmıyor, tekrarlarla karşılanıyor. İktidarın bu alışık olunan savunma stratejisini yeniden uygulamaya koyması ve -gündem kontrolü açısından- sonuç almaya başlaması moral üstünlüğü yeniden değiştiriyor. Ama Suriye meselesi ve ekonomik kriz başlığında örneklemeye çalıştığım gibi, mevcut durumu değil de, gelmekte olan “daha fena” işaret edilerek muhalefet etme alışkanlığının, böyle yerleşikleşmiş tartışma üslubunun iktidara hayli yardımcı olduğu da bir gerçek. Daha kötü bir gelecek iddiasının yarattığı belirsizlik ve argüman karışıklığı, olanı perdeleyen bir gündem yaratmaya imkan veriyor. “Türkiye Suriye’de bir yanlışa mı ilerliyor?” sorusu, halen içinde olunan yanlışı örtüyor. Ekonomik krizle ilgili “bak fena olur” uyarıları, iktidara değil kendi iddiasına zorlu sınavlar açıyor. İktidar neredeyse bütün sorun başlıklarını ileriye kaçarak, geleceğe iterek kendinden uzaklaştırmaya çalışırken, tartışmaları gelecekte olacaklar üzerinden kabul edenlerin cömert katkısından da faydalanıyor. Sorunları bugün için, çözümleri ise gelecek için konuşmaya başlamak, aksi yönlendirmelere direnç gösterebilmek, bu durumu değiştirebilir belki.