YAZARLAR

Rahat olun, telaş etmeyin

1999 depreminde devletin esas dertlerinin neler olduğu, konunun genellikle bizimle alâkasının bulunmadığı, bizim korunmamız ve kurtarılmamızın bir “millî ihtiyaç” olmadığı birden herkes için apaçık anlaşılmıştı. Şu son beş-on senede, fetihler yapacağız, çocuklarımızı savaşlarda öldüreceğiz coşkusuyla bu yine unutturuldu. Bu yüzden depremde gafil avlanabiliriz.

17 Ağustos 1999 büyük depreminden sonra, altı ayı aşkın süreyle, deprem bölgelerinde ve İstanbul’da çalıştım. “Sivil koordinasyon” bünyesinde. Kendiliğinden oluşmuş, kısa sürede inanılmayacak sayıda gönüllüsüyle epey işe yaramış bir inisiyatifti. Yardım koordinasyonu ihtiyacından yola çıkılmıştı, zamanla çadırkent ihtiyaçlarının giderilmesi, depremzedelere nefes aldıracak etkinlikler ve boyumuzu aşan işlerde ilgili kuruluşların harekete geçirilmesi gibi alanlarda da çalıştık.

Osman (Kavala) da bizimleydi. Özellikle riskli yörelerde insanların başına çökmeyecek ahşap evler tasarlanması ve yapılmasıyla ilgilenmişti, onunla çok uğraştı.

1999’un yaz sonuyla kış başlangıcı arasında, bir değil iki felaket yaşandı. Önce Sakarya, Gölcük, Kocaeli, Değirmendere, Yalova ve İstanbul’un bazı semtlerinde insanlar öldü, binalar yıkıldı, altyapı harap oldu; sonra Kaynaşlı ve Düzce’de. Biz her ikisinde de çalıştık. İlkinde her gün yeni tecrübeler edinerek kendimizi ve etkinliğimizi geliştirdik; ikincisinde daha ne yaptığımızı bilir haldeydik, daha işlevsel yardımlarımız oldu sanıyorum.

Yıkımın acıları ve deprem ertesinde oluşan muhtaçlık, mağduriyet ve çaresizlik haleti ruhiyesi gerçekten ancak çok etkili ve ustalıklı çabalarla aşılabilecek, büyük insanî sorunlar. İnsanlar donup kalmış oluyorlar, kıpırdatamıyorsunuz. İnsanların doyurulması, güvenli şekilde barındırılması, temiz su temini, hele hele tuvalet meselesinin temiz ve sürdürülebilir çözümü, çocukların, bebeklerin sağlıklı tutulabilmesi, elbette hayatî pratik sorunlar. Ancak, inanın, psikolojiyle ve insan davranışlarıyla ilgili sorunların yanında bunların çözümü daha kolay görünüyor. Bizler en azından, bunu gördük, tecrübe ettik.

Hemen anlaşılacaktır ki, felaket zamanında bizim devletten asla beklenmeyecek hizmetlerden sözetmekteyiz. Böyle işler için bilinçli ve maharetli gönüllüler lazım. Öte yandan, devletin kapasitesi ve gücü olmaksızın, büyük bir felaket zamanında sorun çözmek çok zor. Bazı meselelere el atmanız bile imkânsız olabilir. Dolayısıyla, “devlet ne yaparsa yapsın, yapmazsa yapmasın, biz işi hallederiz” demeniz de mümkün değil.

Fakat.

“Fakat” deyip noktayı koydum, çünkü gerisini yazmak tarif edilemez azap.

Kasım başında, depremden birkaç saat sonra Düzce’deydik. İlk depremden belli ki memleketçe sıkı ders alınmıştı, yolda birbiriyle yarışan konvoylar halinde gidiyorduk. İtfaiye ve her türden belediye araçları, askerî araçlar, sıra sıra özel otomobiller…

Gittiğimizde her yer karmakarışık ve karanlıktı, yetkililer şaşırmış kalmıştı. Böyle durumlarda, elbette çok haklı olarak, yörenin insanları, başkalarını kurtarma işlerine kendilerini vermeden evvel, kendi yakınlarının akıbetini öğrenmeye, ailelerine, arkadaşlarına yardıma koşmaya öncelik tanıyorlar. Bu yüzden, deprem gibi felaketlerde dışarıdan yardıma gelenlerin hayatî işlevi var.

Burada da şöyle bir sorun çıkıyor: Dışarıdan gelenler yöreyi bilmiyor. Elektriğin kesik olduğu, yolların tanınmadığı, bir yol yıkıntılar ve çukurlarla kapanmışsa alternatifinin bilinmediği, insanların travmanın tesiriyle donup kalmış olduğu bir yörede yabancılar ne yapabilir? Bu yüzden, koordinasyon ilk anların hayatî konusu. Sükûnetini koruyabilen yöre insanlarıyla sağa sola gidebilecek yabancıların işbirliğini sağlamak gerekiyor.

“Halı sahanın oradaki binanın altından ses geliyor!” dendiğinde ne yapılacağını gözünüzün önüne getirin lütfen.

İlk depremde, AKUT ve sivil gönüllülerin kurtarma işlerindeki mucizevî performansı ve sonrasında bizim gibi yardım koordinasyonuyla uğraşan sivillerin devlete göre çok daha hızlı, etkili çalışması, sivil gönüllü tayfasına itibar sağlamıştı. Düzce’ye adım attığımızda önce bir-iki yıkıntıya gittik, teçhizatsız, özel kılıksız faydalı olamayacağımızdan, kriz merkezi haline getirilmeye çalışılan devlet kuruluşu bahçesine geçtik. Bir çadır kurmuşlar, kaymakam falan oturuyor, birileri dolanıyordu orada. Dedik ki: Geçen depremden ders alınmış, şu anda buraya onlarca arama-kurtarma ekibi akıyor. Bunlara yol gösterilmesi gerekiyor. Biz koordinasyon işini biliyoruz. Bize masa ve telefon verin. Yöre halkından bu işe katılabilecek olanlar şurada, yakınımızda beklesin, gelen bütün ihbarları bize aktarın ve gelen bütün ekipleri bize yönlendirin. Planımız basitti: Gelen bütün arama-kurtarmacıları, kişi sayıları, teçhizatlarıyla beraber kaydedecek, gözümüzün tutma ölçüsünü kafamıza yazacak, “Şurada şu oluyor” diye ihbar geldiğinde uygun ekibin yanına yöreyi bilen birini katıp gönderecektik. Bu, kimsenin kimseden emir almadığı bir salt koordinasyon işleyişiydi. Ve iyi yürütüldüğünde muhteşem sonuç veriyordu. Zaten genel yardım koordinasyonu konusunda da yaptığımız bundan farksızdı. “Şurada şunlara ihtiyaç var” ihbarlarını, “yardım etmek istiyorum” diyenlere iletiyor, kimisine pirinç, kimisine buzdolabı, kimisine oyuncak aldırıyor, götürebiliyorlarsa nereye, kime gideceklerini ayarlıyor, götüremiyorlarsa yardıma hazır kamyonetçiler, kamyoncular aracılığıyla nakliyeyi de biz yapıyorduk.

O arada, çadırkentlerin başına konan genç subaylarla işbirliği içerisinde, giren malın asla lazım olduğu anda çıkamadığı resmî depoları pas geçiyor, çadırkentlere doğrudan malzeme temin ediyorduk.

Düzce’deki kaymakam önümüze bir telefon koymadan ortalıktan yok oldu. Gecenin geç saatlerinde, gelen ekipleri karşılayan yalnız bizdik. Ermenistan’dan gelen ekip, ısrarla yetkili arıyor, kriz masası çadırında devlet yetkilisi kimsenin bulunmadığına inanmıyordu. Biz, birtakım telefonları oradan oraya sürükleyerek, cep telefonlarımızın numaralarını yaymaya çalışarak, megafon bile olmadığı için çıkıp bağırarak, bir şekilde faaliyetimizi sürdürdük. Gelen bütün ekipleri kaydetmiştik; arama-kurtarma aciliyeti bittiğinde bazılarından rica ettik, ağaç bile diktirdik.

Bir gün sonraydı sanırım, yeni bir ekip geldi, kriz masası için. Merhum Recep Yazıcıoğlu’nun yetiştirdiği insanlar oldukları söylendi. Yeni kaymakam (vali yardımcısıydı) doğrudan bizim çadıra girip “hangi siviller var burada?” diye sordu ve bizimle yoğun şekilde beraber çalışmaya başladı. Beraberce epey iş yaptık. Yörenin iki otobüs firmasıyla depremzede insanları birtakım gezilere yollamak da bunlardan biriydi. O vali yardımcısı hakkında, sanırım ihalesiz böyle şey yaptığı için soruşturma açtılar.

Gölcük’ten sonra burada da ilk defa devletin “içini” görüyorduk. Gölcük’teki tecrübeye göre devletin “içi” şöyle bir şeydi: Biraraya getirdiğinde insanların gün içerisinde mecburen toplaştığı meydandaki tuvalet sorununu veya sırada bekleyen başka bir meseleyi halledebileceğin parayı, yirmişer lira yirmişer lira halka dağıtıyordun! İnsanlar kuyruğa giriyor, çiftlemesinler diye kontrol ediliyor, birbirlerini itip kakıyor, o anda hemen hiçbir ciddî işlerine yaramayacak yirmi liralarıyla kös kös uzaklaşıyorlardı. Bakkal da yıkılmıştı. Doğu illerinden birinden gelen kaymakamlardan biri, “şu parayı dağıtmasanız da şunu şunu yapsak” önerimize karşılık şöyle demişti: “O parayı dağıtmazsa devlet yoktur!” Muhtemelen başka çağlardaki devletlerden bahsediyorduk. Ama muhatabımız sahiden devletti, bizse devlet vatandaşına yardım konusunda en ufak hazırlık yapmamış olduğu için aradan sızmış başıbozuklar. Paraları dağıttılar. Yirmi lira yirmi lira. Çaresiz izledik. Gözümüzün önünden seyyar tuvaletler filan geçiyordu. Sonra, Gölcük Kaymakamı bizi işten attı. Hiçbir resmî görevimiz olmadığı halde, resmî yazıyla, “bundan sonraki çalışmalarımızda başarılar” dilendi. Hiçbir siyasî laf konuşmuyor, gıcık olacakları en ufak iş yapmıyorduk. Sorun şuydu ki, iş yapıyorduk, onları da birşeyler yapmaya zorluyorduk.

Depremden iki yıl sonra, yardım koordinasyonu konusunda örnek sahalardan biri olmuş Halıdere’ye gittik. Ne oldu, ne bitti diye sorduk, bir belgesel yaptık. Belediyedekiler, herkesin depremden sonra sınırlanmış kat izninin gevşetilmesini istediğini, kimsenin ders almadığını ya da herkesin olanları unuttuğunu anlattılar. Bizim de gözlemimiz bu yöndeydi.

1999 depreminin ardından birçok yerde birçok tedbir alınacağı ilan edildi. İstanbul’da afet toplanma merkezleri gözden geçirildi, yenileri ilan edildi. Sokaklara ufak tabelalar kondu, “şöyle olursa şuraya gidin” diye. Arama-kurtarma konusunda muazzam adımlar atıldı. Van depremini televizyondan seyrederken, bu alanda nasıl ustalaşıldığını gördüm. Hakikaten, çok ekip var; sivil de var, devletin de var. Arama-kurtarma ekipleri genellikle başarılılar.

Tek başarımız da bu alanda. Afet toplanma merkezlerinin birer birer yok edilişini hep beraber izledik.

Büyük depremin ertesinde, yardım koordinasyonuyla yoğun şekilde uğraştığımız için, depremle ilgili panellere, tartışmalara çağırıldık bir süre. Deprem bölgesinde gördüğümüz yıkıntıların “tarzları” o arada hiç aklımdan çıkmıyordu. Yıkıntıya bakınca ne haltlar edilmiş olduğunu anlayabiliyordunuz çoğu zaman. Hele yanınızda bir inşaat mühendisi varsa. Birinci katı yok olmuş, öbür katların camlarının bile sağlam kaldığı binalar gördük; kat zeminlerinin yanyana dizildiği, “bisküvi” adını taktığımız yıkıntılar gördük; etrafındaki binalardan eser kalmamışken kılına halel gelmemiş eski püskü apartmanlar gördük. Askeriyenin her tarafı yerle bir olmuş, muhtemelen dürüst bir sorumlunun denetiminde yapılmış kısmındaki lojmanlarda çizik meydana gelmemişti. Anladınız siz demek istediğimi.

Devletin haline baktım, gördüğümüz yıkıntıları gözümün önünden geçirdim, yüksekçe yerlerden İstanbul’a baktım.

Sonra, gittiğim bütün panel ve konferanslarda lafın dönüp dolaşıp kaçınılmaz olarak dayandığı “İstanbul depremi” konusunda şöyle şeyler söylemeye başladım:

En yakın binanın otuz-kırk metre uzakta olduğu bir yerde, kesin güvendiğiniz birinin denetiminde inşa edilmiş, tek katlı evde yaşamıyorsanız, kendinizi boşuna tedirgin etmeyin. Zaten her şey bir anda oluyor, dertlenmeyin. Yiyeceğinizi ve suyunuzu en yakın market enkazından temin edersiniz, telaş etmeyin. Eğer size yardım etmeye gelmiş devlet görevlileri görürseniz, onları iyi insanlar kabul edip siz de onlara yardımcı olun. Fakat devletin bütün kapasitesiyle sizin yardımınıza koşacağına güvenmeyin. İmza eksiktir, müdürün onayı lazımdır, şudur budur, bir yana, bizim devletimiz felaket anında bize yardım etmek üzere kurulmamış ve örgütlenmemiştir.

1999 depreminde devletin esas dertlerinin neler olduğu, konunun genellikle bizimle alâkasının bulunmadığı, bizim korunmamız ve kurtarılmamızın bir “millî ihtiyaç” olmadığı birden herkes için apaçık anlaşılmıştı. Şu son beş-on senede, fetihler yapacağız, çocuklarımızı savaşlarda öldüreceğiz coşkusuyla bu yine unutturuldu. Bu yüzden depremde gafil avlanabiliriz.

Veya milyonla ruhsatlı-ruhsatsız silahımız ve pompalı tüfeklerimizle çıkıp birbirimizi avlayabiliriz. Böylece beslenip barındırılacak insan da azalır, sorun küçülür. Bir mermi kaç para, biliyor musunuz siz!

Velhâsıl, telaş etmeyin, rahat olun, bekleyin. Çünkü eğer sahiden tedbir alalım derseniz, aşağı yukarı devrime benzer bir şey yapılması lazım, o da bize ters…