Sınıfa ihanet
Emek örgütlenmesinin tarihi ve sistemsel zayıflıkları tamam ama mevcut siyasi iktidarın önemli ortaklarından/destekçilerinden olan sınıfların/grupların örgütlerinin de çok farklı bir durumda olduğu söylenemez. Türkiye’nin özgün macerasında, bu kuruluş sürecini ideolojik ve siyasi olarak belirlemiş, bağımsız ve etkili bir burjuvaziden, bunun yerleşik geleneğinden söz edilemeyeceğini biliyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Türk-İş Başkanı Ergün Atalay’ın açık kalan mikrofondan yansıyan sözleri bir tartışmaya yol açtı. Atalay, enflasyonun hayli gerisindeki bir ücret artışını kabul etmeleri dolayısıyla yapılan toplantıda, bakanın kulağına eğilip "Uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle" diyordu. Türkiye’nin en fazla üyesi olan işçi konfederasyonu başkanının, en büyük işveren kuruluşu olan devletin bakanına bunları söylüyor olması, elbette sınıfsal mücadele penceresinden -malumun ilamı olsa da- görüneni özetliyor. Ve çok doğal olarak herkes, mikrofonlara yakalanan bu sözler olmadan da pek çok örnekle ortaya konduğu gibi, emek örgütlenmesinin nasıl gerilediğini, hakların ve ekmeğin nasıl sistemli biçimde küçültüldüğünü, krizin faturasının alt sınıflara ödetilmesinin nasıl bir işbirliği içinde yürüdüğünü konuşmaya başladı. Türk-iş Başkanı’nın durumunu izah etmeye çalışırken müracaat ettiği argümanlar ise daha da acayipti. Konuyla ne alakası olduğu anlaşılamayan, “S-400’ü Türkiye’ye getirenleri elbette alkışlarım” cümlesi bile, bu açıklama serisinde yer bulabildi. Türkiye’nin en kalabalık sendikasının yöneticisi, bağlılık, ilişki ve temas konusunda hangi önceliklerle davrandığını ortaya koyuyordu. Üretimden gelen güçle değil, iktidarla kurabildiği ilişkiden sağlayabildiği imkanlarla bu yolda yürümeye çalışıyordu.
Söz konusu olay bir işçi sendikasının yöneticisiyle ilgili olduğu için, konu daha çok emek örgütlenmesi üzerinden tartışıldı. Çok da yeni olmayan yapısal sorunlar ve kavramlar yeniden gündeme geldi. Türkiye’de batıdaki örneklerden farklı olarak, sendikalardan doğmuş siyasi hareketler veya siyasi partilere etkili biçimde nüfuz eden emek örgütlenmeleri görülmedi. Tam tersi, siyasi partilerin, hareketlerin ve hatta devletin sendikalara nüfuz etmeye, kontrol etmeye çalıştıkları tablo daha belirleyici oldu. Her türlü örgütlenmeyi kontrol etmek, bir güvenlik meselesi olarak algılandı. Fakat AKP iktidarı döneminde, küçük büyük demeden nerede bir örgütlenme varsa -dernek, oda, kooperatif, spor kulübü, sendika- bunlar üzerinde siyasi etki kurulmaya çalışılmasının örnekleri çoğaldı, genişledi ve biraz da ölçüsüzleşti. Bir anlamda kuşatma olarak da tarif edilebilecek bu gelişme, üç farklı koldan yürüdü: Birincisi, siyasi iktidarın doğrudan uzantısı olan veya tam kontrolündeki örgütlerin öne çıkması. (Memur-sen ve Hak-iş’in ayrıcalıklı durumu gibi) İkincisi, her türlü örgütte parti mensuplarını ve taraftarlarını aktif ve etkin olmaya (ele geçirmeye) teşvik. Üçüncü olarak da, her örgütlenmenin fonksiyonlarını yerine getirebilmesinin, iktidarın izin ve gözetimine, en azından onunla kurulan temasa göre biçimlenişi (olmuyorsa saldırı ve etkisizleştirme). Bunların bir kısmı fiili durumlar halinde işlerken, bazıları da yasal düzenlemelerle yerleşik hale getirildi.
Bugün bir sendika başkanının, “ortalık karışmasın” diye temsil ettiği sınıfın çıkarları hilafına çalışmasında “utanılacak bir şey görmemesi” çok şaşırtıcı gelmiyor. Barolar Birliği Başkanı’nın, iktidarın zaten düzeltmesi gereken hukuksuzlukları “reform” diye pazarlamasını “Batı’ya tokat” diye yorumladığı bir zemindeyiz neticede. Hiçbir sınıfın, hiçbir baskı grubunun, kendi gücünden gelen bir etkiye imkan bulamayacağı, bulmasının bozgunculuk sayılacağı, uygun argümanla merkezi güç etrafında toplaşmanın siyasi-ahlaki sorunlarının tartışılamadığı bir zemin bu. Soğuk savaş döneminin anti-komünizmi, milliyetçi-devletçi “sınıfsız, imtiyazsız, yekpare millet” iddiasını dayatıyordu. Sınıf, grup çıkarından bahsetmek açık bozgunculuk ve milletin ortak menfaatine karşı olmak demekti. Sonra bu korumacı hamasetle alay ederek etkili olan neo-liberal tasavvur, yine “sınıflar/gruplar üstü” bir çıkar anlatmayı seçti. Serbest piyasanın ve küreselleşmenin sihirli değneği bütün herkese fayda vadediyordu, aksini söyleyen “toplam çıkarı” geciktiren gericilerdi. İktisadi tercihleri dikine kesen grup çıkarları yerine, sistemi tehdit etmeyen belirsiz kimlik çıkarlarından bahsetmek serbestti. Emek örgütleri çok daha güçlü bu ikinci dalgaya önceki kadar kolay direnemedi. Bugün bütün dünyada emek örgütlenmesi ve sınıf siyaseti perspektifi ciddi biçimde geriliyor. Sendikalı işçi sayısı azalıyor, sendikaların etkinliği zayıflıyor. Aslında bütün konvansiyonel örgütlenme alanları için benzer bir durumdan bahsedilebilir. Türkiye bu tabloyla fazlasıyla uyumlu, hatta pozitif olarak ayrışan bir noktada.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 sonrasında yürürlüğe giren ve süreklilik arz eden sistemli bir politikayla, emek örgütlenmesi başta olmak üzere, siyasal etki yarabilecek bütün örgütlenmeler geriletildi, alanları ve zeminleri daraltıldı. Zaman zaman uygulamaya konulan “reform” paketleriyle, bazı alanlar rahatlatılır gibi yapılarak, denetim ve müdahale imkanları ustalıkla artırıldı. Ekonominin ve siyasetin yeni mimarisinde -iddiaların aksine- merkezi yönetime bağımlılık, yeni yöntemler ve kurumlar eliyle genişletildi. YÖK macerası, RTÜK hikayesi, HSYK tartışmaları ve ekonomiyle ilgili neredeyse bütün kurulların adım adım siyasi iktidarın kontrol araçlarına dönüştürüldüğüne tanık olundu. “Vesayeti yıkıyoruz” sözleri eşliğinde, yeni bir tür velayet tesis edilmeye, lütuf-ceza düzeni derinleşmeye başladı. Bu tablo karşısında, başlarındaki kurumun (YÖK) talimatıyla mevcut yasal düzene bile aykırı bildiriler yayınlayan üniversiteler, kar ettikleri parayı yurt dışına çıkardığı için soruşturulan şirketler, hukuk dışı yöntemlerle el koymalar, kentlerin-doğanın hiçbir engelle karşılaşmadan yağmalanması, talimatla yönetilen yargı gibi çeşitli anormallikler rutin uygulamalar haline geldi. Bugün kısa vadeli ekonomik çıkarlar veya ikbal imkanlarından biraz daha geniş bir pencere açıldığında, neredeyse bütün baskı gruplarının mevcut örgütleriyle siyasi sonuç üretme yeteneğini kaybettiği, çoğu zaman buna niyet bile etmedikleri söylenebilir. İktidarla temas mesafesini koruyan ve kullanabilenlerin, kopartabildikleri bazı avantajlar veya kendilerine bahşedilen ayrıcalıklardan yararlanmakla yetindikleri bir tablo var.
Emek örgütlenmesinin tarihi ve sistemsel zayıflıkları tamam ama mevcut siyasi iktidarın önemli ortaklarından/destekçilerinden olan sınıfların/grupların örgütlerinin de çok farklı bir durumda olduğu söylenemez. Türkiye’nin özgün macerasında, bu kuruluş sürecini ideolojik ve siyasi olarak belirlemiş, bağımsız ve etkili bir burjuvaziden, bunun yerleşik geleneğinden söz edilemeyeceğini biliyoruz. Devlete ve ortaklıklar kurduğu uluslararası sermayeye fazlasıyla bağımlı -ve aslında varlık borcu olan- ve güçlü sınıfsal refleksler, kurumlar yaratamamış bir para sahipleri takımından bahsedilebilir belki. Böyle olunca, sahip olduklarını veya saldırıya uğrayan mensuplarını korumak için bile harekete geçebilecek cesaret ve kararlılığın pek ortaya çıkamadığına şahit oluyoruz. İşçi nasıl örgütleriyle kendisini, çıkarlarını savunamıyorsa, çiftçi de, esnaf da, akademi de, bürokrasi de, medya da kendisini bir baskı grubu, siyasi sonuçlara etki edebilecek bir güç olarak ortaya koyamıyor. Farklı bir kimlik alanına dahil olarak çıkar ölçüsünü değiştiriyor. Çoğu örgüt ve yöneticisi , temsil ettiği baskı grubunun gücünü iktidar üzerinde etkili kılmak için değil, iktidarın gücüyle uyumlu biçimde üyelerini yönetmeye enerji harcıyor. Cumhurbaşkanı ile resim verebilen, onun davetlerine çağrılan yönetici olmak, “toplam ortak fayda” veya “milli menfaat” ile uyumun göstergesi sayılıyor. Herkes “memlekete sadakat” şemsiyesi altında kendi sınıfına, aslında da kendisine ihanetle sınanıyor.