Önce birer enstitü alır mıyız?
Devlet aklı, Kürtlerin baki olan ulusal-demokratik hak taleplerinin bir iki yansımasını birkaç taşralı işgüzârın insafına terk edemez. Aksi takdirde yarın öbür gün bir “normalleşme” olduğunda kimseyi vaat ettiği hiçbir şeye ikna edemez!
12 Şubat 2009’da, soğuk bir sabaha karşı Mardin’e vardım. Sonradan 24 saat açık olduğunu öğrendiğim bir pastaneye girip sıcak çay içtim, buğuya dokundum. Bilkent’teki doktora bitmek üzereydi, 11 üniversiteye başvurmuş ve olumlu cevap alamamıştım. Kırkıma dayadığım merdivenin bari bu basamağında bir işimin olmasını dilemiştim. Bilkent’teki uzun yıllar boyunca küçük bir bursla hayatı çevirmeye çalışmış, o ağır programın yanına bir Kürt Şiiri Antolojisi, yedi roman-öykü çevirisi ve 12 çocuk kitabını eklemiştim. İngilizceler, Fransızcalar, Kürtçeler, Farsçalar, Türkçeler ve Osmanlıcaların birbirine karıştığı kütüphane yılları bitmiş, ATM sırasına girme lüksüm başlamıştı; öyle umuyordum.
O zamanlar taşra mahcuptu ve güneş erken doğuyordu. Perişan bir kahvaltıdan sonra öğlene doğru İstasyon denen yerdeki perişan bir yüksekokula gittim. Rektör Serdar Bedii Omay, herkes gibi beni de sevinçle karşıladı. Sonra “Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü Kurma Hazırlık Ön Toplantısı” gibi uzunca bir adı olan toplantıya geçildi. Elbette bazı Twitter âlimleri gibi külyutmaz ve akıllı değildim. İnsanların yüzünden çok sayfaların yüzeyine bakmış biri olarak siyasî havanın yumuşadığını görüyordum sadece. Meğer o sırada dandik manzumeler yazan ve sonradan MİT’te daire başkanı olacak kişi de varmış toplantıda, bizi KHK ile okuldan attıracak kişiler de. Ama bir türlü saflığına doyamayan Kürtler olarak “kêf li me berrî bû” (keyfimize diyecek yoktu) tabii. Bölüm derslerini affedersiniz AKTS’sine (Avrupa Kredi Transfer Sistemi) kadar hazırlamıştım. Hiç unutmam; ne zaman bir dersten bahsetsem, oradaki bir abi, “Ben verebilirim” diyordu. Semantik? Ben. Klasik Edebiyat? Ben. İnkılap Tarihi? Ben!
Dünyanın bana göre dizayn edilmediğini biliyordum. Ama herkes, herkesi ilgilendiren bu konuda tanık olduğum her şeyi bilmeliydi. Gereğinden çok şiir okumaktan galiba, erdeme inanıyorum. Bu yüzden bütün baskılara karşın Radikal 2, Tîroj, Le Monde Diplomatique-Kurdî, Çirûsk, TV 8, Ülke TV, Mesele gibi yerlere yazıp anlattım olan biteni. Tekrar edeyim, şöyle oldu:
Abdurrahman Adak’ın da katkısıyla 28 sayfalık bir bölüm kurma dosyası hazırlayıp YÖK’e gönderdik. Haziran 2009 başı gibiydi. “Bölüm” başvurumuz 7 Temmuzda YÖK’teki bir komisyondan “Anabilim Dalı” şeklinde geçti. Tepki gösterdim. Amberin Zaman, Taraf’taki köşesinde (14 Ağustos) şu cümlemi kullandı: “Kürtlerin en minimum talepleri en minimum şekilde karşılanıyor!” Bu tepki basında yayılınca YÖK’ten arayıp, “Bölüm üstüne bir de enstitü verelim” dediler. Haberi aldığımda bir dolmuşun içinde Bismil’e doğru gidiyordum. Deşifre etmek işe yaradı diye düşündüm. Mardin’e döndüm ve bu sefer 34 sayfalık bir enstitü dosyası hazırladım: “Mardin Artuklu Üniversitesi Kürdoloji Enstitüsü.” Bir süre sonra Diyarbakır Barosu, Dicle Üniversitesi’ne dilekçe ile “Siz de bölüm kurun” diye başvurdu. Üniversite, “Dilekçeyi YÖK’e gönderin” diye cevapladı. Baro, “Devlet, kendisine yakın olanlara bölüm kurduruyor” dedi. Olduk mu sana devlete yakın?
O esnada öbür yakada: Şimdilerde hukuk kutbu kesilen zamanın YÖK başkan yardımcısı İzzet Özgenç ile o zamanlar bir komisyonun başı olup şimdi YÖK Başkanı olan Mehmet Ali Yekta Saraç, farklı aralıklarla Mardin’e geldiklerinde, “Hadi amcalara Powerpointli sunuş yap” dediler. Topuklarımı yere vura vura anlatıyorum da anlatıyorum. “Nasıl vermiş gibi yapıp vermeyeceğiz”e formül arıyorlar aslında. (Benzer sözleri aylar sonra Hüseyin Çelik’in epey yüksek bir kattaki bürosunda da duyacaktım.) Özgenç’e Kürtçe diye bir dil olduğunu anlatmak uzun sürüyor, Mehmet Ali Yekta bey ise, daha çok kendi kitabının bizim okuma listesinde olmamasıyla ilgili. Sonra bol yağlı bir yemek yenen yere gidiliyor ve Saraç, “Künefe ne güzelmiş, bir tane daha yapsınlar” deyip kendine geliyor. Ama Özgenç, Ankara’ya dönünce bölüm kurma talebi için, “Terör örgütünün talepleri doğrultusundaki girişimler kabul edilemez” diyor. E ama sana da künefe ısmarlamıştık hacı abê, ne bu agresyon? Atmosfer böyleydi: Baro versus Özgenç!
Sonunda YÖK, Türkiye’de Yaşayan Diller Enstitüsü (TYDE) adıyla bir enstitü kurup gönderdi. “Nasıl vermiş gibi yapıp vermeyeceğiz”in formülü bulunmuştu. Kürtçe dememek için bu “yaratıcı” adı bulmuşlardı, ama özgün değil, Sorbonne Üniversitesi’nden çarpmaydı. Altında üç anabilim dalı olacaktı: Arap Dili ve Kültürü, Kürt Dili ve Kültürü ile Süryani Dili ve Kültürü. Tabii karşı çıktık, sert açıklamalar, yazılar ama boş tabii; çünkü sonradan orayı pek sahiplenen Kürtler ve Kürt siyaseti yanımızda değildi. Açık söylüyorum: Devletin eline düşmüştük! Bu dönemdeki olumlu havaya rağmen devletin bu alanda attığı adımların hak talebine cevap olmadığı ortaya çıkmıştı. Küçük bir anekdot: O dönemde, reklam arasında “Bakma hoca, ben sosyal demokratım, bu ‘dinciklerin’ parasını yiyorum” diyen Ersoy Dede’nin Ülke TV’deki programına çıkıp durumu şöyle izah ettim: “Çocukken köyümüzde Hacı Ubeyt adlı yaşlı bir adam vardı. Bir gün Batman’daki hastaneye gidip döndü. Köylüler durumunu sorunca şöyle dedi: ‘Ben bir şey anlamadım. Kulağım ağrıyor, dedim, doktor popoma iğne vurdu!’”
Kürdoloji açılacak şayiası yayılınca çevredeki bütün üniversitelerin ilahiyatçıları Mardin’e doluştu. Mesela bir ara Anadolu’dan Görünüm programına çıkmış korucu gibi konuşan Ahmet İnan, Nûbihar dergisinde çıkmış bir iki zayıf yazısıyla damladı hemen. Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki Kadri Yıldırım’ı ise, gelsin diye biz önerdik rektöre. Rektör kendisini tanımıyorum deyince, yok yok iyidir, dedik. Yıldırım, yapılan ilk toplantıda sahneye fırlayıp, “Velinimetim, haşmetlim, asırlık tanışım rektör hocam hazretleri bana gel bu işin başına geç deyince dayanamadım geldim” dedi. Ben şok! Okulda birbirini tekfir eden gruplar, Kadri Bey'i alnının secdeye değmesinden mütevellit işin başına geçirdiler. Hatta aramızda “Tozo” dediğimiz raportör İbrahim Özcoşar, Kadri bey ve rektör Omay, Şêxan’da kebap eşliğinde paso YÖK’e giydiren beni okuldan attırma planı yaptılar. Hafif şöhret var ya, gözleri yemedi sanırım.
TYDE soğumaya bırakıldı, aylarca. YÖK ve hükümet deşifre olmuştu. Kimse enstitüyü etkinleştirip vebal altına girmek istemiyordu. Ama bir süre sonra YÖK’ten yüksek lisans açın emri geldi. Dört kişilik zümre olarak toplandık. Yıldırım, hem enstitü müdürü hem de bütün anabilim dallarının başkanı ben olayım dedi. Bari dedim Kürt Dili ve Kültürü Anabilim Dalı Başkanlığı'nı alayım. Çiçeği burnunda başkan olarak dedim ki, “YÖK, hiç değilse Kürt Dili ve Edebiyatı Bilim Dalı versin.” Minimumun minimumu yani. Bir süre sonra YÖK ona da yok deyince, dördümüz de enstitüden istifa edelim, dedik. Sonra Kadri Bey, “Rektörümüz efendimiz beni çağırıyor” deyip gitti. Biraz sonra rektör kalanları da çağırdı. Kararımıza saygı duyduğunu, ama Kadri Bey'in yola devam etme yanlısı olduğunu söyledi! Yine toplandık. Arkadaşlardan biri hemen, öbürü ise aşırı ısrar sonunda ikna oldu. Ben de, “Hadi o zaman bana müsaade” dedim, istifa ettiğimi söyledim. Bundan mutlu olduğunu gizlemeyen Yıldırım, “Ama” dedi, “YÖK’e yüksek lisans için bu dosyayı göndermemiz lazım, CV’niz içinde.” Dedim ki, “CV kalsın dosyada, onay geldiğinde istifa dilekçesini sunarım.” Ama Kadri Bey beni rektöre CV’sini vermedi diye şikâyet etti. Sonra sayın enstitü müdürüm müstâfi beni görevden alan fermanı gönderdi. Ben de tebellüğ etmeden kâğıdı rulo yapıp geri gönderdim. O da tutanak yazıp geri gönderdi; amirine saygısızlık, tebliği tebellüğ etmeme, tek tek basıp bade süzmeme filan. Ah ah, acıların akademisyeniydim! “Onu bölüm başkanlığından aldık, bu yüzden istifa etti” dediler sonra. Allah’tan 7 Temmuz 2010’da Avrupa’da yaşayan iki Kürdoloğa e-maille istifa ettiğimi yazmıştım!
Yolumu ayırdığım insanlar yola devam ettiler ve bütün idarî ve akademik eksikliklere rağmen gerçekten de efsane bir kadro oluştu. Malmîsanij gibi, Ferhad Pîrbal gibi, Remezan Alan gibi, Şahab Walî gibi isimler geldi. Muhteşem çalışmalar yapılıyordu. Kürt dili ve edebiyatının yerin yedi kat dibine itilmiş eserleri, elyazmaları, sözlükleri ortaya çıkarılıyordu. Bütün baskı ve yıldırmalara karşın kendini yetiştirmiş binlerce genç Mardin’e akıyordu. İçim geçiyordu, keşke orada olsam, ben de onlarla öğrensem diyordum. Ama bugünü görebiliyordum, içim elvermiyordu. Kürtçenin bir statüsü yoktu. Yeni kampüs projesinde enstitünün yeri yoktu. Ne yazık ki haklı çıktım.
Bakınız, açılımın başladığını da bittiğini de Artuklu’da herkesten önce fark etmiştik. Her şeyin alt üst olmasından önce 2014’ün Kasım ayında üniversiteye operasyon çekildi. Aralık başında Ahmet Ağırakça adlı kişi kayyım rektör olarak atandı. “Tayyip benim 37 yıllık öğrencim” deyip duruyordu. Nusaybin Belediyesi Eşbaşkanı’nın “rektör hocamız” dediği, haremlik selamlık toplantılarda kadınların tarafına dönüp “İçimdeki enerji ve aşk, 18 yaşım gibi” diyen bu pehlivan, ilk iş TYDE’ye saldırdı.
Enstitü binasındaki TYDE tabelasının üstüne önce kocaman harflerle İlahiyat Bilimleri Fakültesi (“ilahiyat”ın içinde “bilim” var gerçi ama), sonra da Kudüs ve Filistin Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi tabelasını astırdı. Bu sembolik şiddet Ferhad Pîrbal, Serbest Nebî, Behroz Şûcaî, Perwîz Cîhanî gibi alanın büyük isimlerinin atılmasıyla başka bir boyuta taştı. Bütün bölümlerde zorunlu olmasına katkı sunduğum Kürtçe dersi kaldırıldı, 5-6 okutman atıldı. Rektör, okulun anılmaya değer tek birimini, haberin değil psikanalizin konusu olan 15 Ağustos 2019 tarihli son beyanatındaki gibi aşağılayıp durdu, hedef gösterdi. Yabancı hocalara, çaycılara, ibriğine, peştemaline, çifte vatandaşlara, kapri giyen öğrencilere herkesin içinde ajan deyip durdu. Sözleşme süresi dolan hiçbir Kürt, demokrat, solcu, Alevi, kadın, dindar, seküler, ılımlı, yabancı akademisyenin sözleşmesini uzatmadı. Kalanları mafya gibi arabalarda hazırlanan bir A4 sayfası liste ile attı, KHK ile. Bunlardan yedisi TYDE kadrosundaydı.
Enstitüde kalanların ensesinde boza pişirdi. 10 araştırma görevlisine GBT yaptırdı mesela. Polis bir şey yok deyip iade etti, ama bu sefer kendisi soruşturma açtı. Haftalarca bu gencecik insanları prangalı esirler gibi oradan oraya sürdü, psikolojik işkenceye tabi tuttu. Kesesinden vermiş gibi, “Kürtçe bölümüne doktora verdim” diyor ama doğru değil. Artuklu’da Kürt dili doktorası yok. TYDE öğrencileri doktora için Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki Zaho Üniversitesi’ne gidiyorlardı. Doktoralarını tamamladılar. Ama Ağırakça bu doktorayı tanımadı. Üstüne her hafta ders almak için Zaho’ya giden öğrenciler hakkında “izinsiz yurtdışına çıkma” suçlamasıyla soruşturma açtı! Bu tür uygulamalar saymakla bitmez ama herhalde yolun sonuna gelindi. Zira YÖK ve sanırım Ak-Saray da sıvadığınızı temizleyin emri göndermiş. Böyle diklenmelerine filan bakmayın, rektör ve danışmanları panik içinde her gün bizden birine ulaşıp “Pardon, sizi geri alacağız, kimseye söylemeyin” deyip duruyorlar.
Efendinin tetikçisini efendiye şikâyet etmek gibi bir huyum yok elbette. Ama TYDE’yi kapatma kararı merkezdeki normalleşme sinyallerini provoke etme amacı taşıyor. Başka bir çatıya alıyorsanız, kapatmış oluyorsunuz zaten. Eğer bütün enstitüleri tek çatı altında toplama kararı var ise, neden kapatıp üstüne bir de oylama yaptınız? Neden senatoda “Kapatırsak yanlış anlaşılır, ayrı tutalım” önerisini dikkate almadınız? TYDE, kimya alanındaki bir enstitü değil ki. Burada yüzlerce yıldır yüz binlerce insanın canını yakan bir konunun yansımasından bahsediyoruz. “Ben yapmadım, Miki, pardon YÖK yaptı” diyerek kimseyi kandıramazsınız.
Onları bir tweetle deşifre edince "Kürt Dili ve Kültürü Anabilim Dalını kapatmayacağız" demeye başladılar. Demek öyle! Bakın, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde iki Kürtçe birimi var. Biri, Kürt Dili ve Kültürü Anabilim Dalı. Burada tezli ve tezsiz yüksek lisans programları yürütülüyor. Öbürü ise, Edebiyat Fakültesi çatısı altındaki Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü. Burada ise lisans eğitimi veriliyor. İkisinin de kontenjanı düşürüldükçe düşürüldü. İlkininki bir ara 500’ye çıkmıştı, 30’a indirildi, ikincisininki 55+2’den 25+1’e. TYDE’yi kapattıklarında Kürt Dili ve Kültürü Anabilim Dalı'na gerek kalmayacak, çünkü zaten fakültede bölüm var. Anabilim dalında 9 öğretim üyesi, 11 öğretim görevlisi ve uzman ile 16 araştırma görevlisi var; bölümde ise 6 öğretim üyesi ve 3 araştırma görevlisi. Bunlardan yedisi, iki birimde birden çalışıyor. İşte plan bu: Bölümü 10-15 öğrenci alan mini minnacık bir birime çevirmek ve akademisyenlerin yarısından fazlasını atmak.
Kamuoyu bu konuda duyarlı olmalı ve kararlı bir tutum sergilemelidir. Kapatılma bir tarafa oranın adı Kürdoloji Enstitüsü şeklinde güncellenmeli ve süregiden bu hakaretâmiz tutuma son verilmelidir. Oradan yetişmiş yüzlerce öğretmene kadro verilmeli ve anadilinde eğitim için yeni programlar açılmalıdır. Devlet aklı, Kürtlerin baki olan ulusal-demokratik hak taleplerinin bir iki yansımasını birkaç taşralı işgüzârın insafına terk edemez. Aksi takdirde yarın öbür gün bir “normalleşme” olduğunda kimseyi vaat ettiği hiçbir şeye ikna edemez!