Savaş çabası ve kayyım düzeneği
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kayyım uygulamalarının tetikçisi, kendini demokrasi teorisyeni ilan eden Süleyman Soylu’nun, uygulamaları tebrik eden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, on yılda bir bayrağının rengini, partisinin ideolojisini değiştiren Perinçek’in bir arada “savaş çabası”nın içinde işlediği düzeneği hangi motivasyonla kurdukları bakımından artık açığa çıkarılması gereken çok fazla şüphe yok.
John Steinbeck, İkinci Dünya Savaşı'nı deneyimlemek, zamanın en önemli kırılmalarından birine tanık olmak ve başka duygularla bir yolunu bularak savaş muhabiri olarak İkinci Dünya Savaşı'na katılır. Savaş sırasında yazdığı gazete makalelerini topladığı “Bir Savaş Vardı” adlı eserinin girişinde ilginç bir kavram yaratır: Savaş Çabası. Savaş çabasının göndermesi, özellikle savaşmayanlar bakımından anlamlıdır, savaşın bütün kötülüklerinin üstü örtülmeli, korku, ölümler, savaşın saçmalığı, askeri hiyerarşideki zavallılıklar asla yazılmamalıdır. Çünkü savaşın anlamı zedelenmemelidir. Bunun için hem askeri hem de sivil mekanizmalar kurulmuştur. Savaşın anlamına zarar gelmemesi için sivil ve askeri düzeneklerin hepsi muntazaman kurulmuştur. İşte bu mekanizmaların içinde işleyen her aktör savaş çabasının içindedir.
Türkiye’de “beka” stratejisi kapsamında geliştirilen çabalar ile Steinbeck’in kavramı arasında çok dikkat çekici bir ilişki var. Savaşın bütün anlamsızlığını örtbas etmek üzere kurgulanmış ve bizzat bireyler tarafından uygulanan savaş çabasının motivasyonu neyse Türkiye’deki beka-terör çemberi stratejisinin motivasyonu da. Savaşın sürmesinden çıkarı olan, savaşın anlamsızlığından çıkar elde eden bütün bir şebeke bu çabayı sürdürmek için yoğunlaşıyor. Çabaya bir biçimiyle dahil olanların hepsi birebir böyle bir motivasyonla hareket etmese de düzeneğin içine girdiğinde bunu fark etse de çok çeşitli nedenlerle bu düzeneğin içinde kalmak için çokça neden bulabiliyor kendine.
KAYYIM DÜZENEĞİ
Diyarbakır, Van ve Mardin’e kayyımların atanması önceden beka-terör çemberinde duyurulmuştu. Halkın istediği adayı seçemeyeceği, seçerse görevden alınarak kayyım atanacağı da iktidarın birinci ağızlarından ifade edilmişti. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kayyım uygulamalarının tetikçisi, kendini demokrasi teorisyeni ilan eden Süleyman Soylu’nun, uygulamaları tebrik eden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, on yılda bir bayrağının rengini, partisinin ideolojisini değiştiren Perinçek’in bir arada “savaş çabası”nın içinde işlediği düzeneği hangi motivasyonla kurdukları bakımından artık açığa çıkarılması gereken çok fazla şüphe yok. Daha yeni seçilmiş belediye başkanlarının yerine atanan kayyımların ilk icraatlarının Erdoğan fotoğrafını belediyeye asarak neyi göstermek istedikleri de açık. Siyasal iktidara sahip olan partilerin, onların sermaye kesimiyle ilişkilerinin, uluslararası güçlerle yapılan pazarlıkların çökme durumunda olduğu da açık. Yurt içinde siyasal hegemonyasını yitirmiş, ekonomik ve siyasi olarak krizden krize sürüklenen bir nüfusu idare edecek rıza mekanizmalarını oluşturma şansı olmayan, emperyalizmin sopasına da havucuna da hiçbir direnci kalmayacak denli bağımlılığa saplanmış bir iktidar elbette varlığını sürdürmenin yolunu ülke üzerinde sürekli büyüttüğü sopayı sallandırmakta buluyor. Test ediyor ve el büyütüyor.
Savaş çabasının beka-terör çemberi düzeneği OHAL’in ilanı ile kurulmuştu. Bu düzenek cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak geliştirildi. OHAL düzeneği içinde neredeyse her şey siyasal iktidarın bekasına göre düzenlendi. Örneğin 674 sayılı KHK ile kayyım düzeneği kurulduğunda amacı belliydi. Terör ile ilişki şüphesi olanlar da belediye başkanı mı olacak diyenler bir zahmet sussunlar. Ha illa ki savaş çabasının aktörleri olarak devam edeceğiz, bundan çıkarımız var kafasıyla konuşacaklarsa artık kimseyi inandıramayacaklarını da bilsinler.
YARGI DÜZENEĞİ
Türkiye’de yargının nasıl işlediğine ilişkin küçük bir örnek vereyim onlara. Polis Akademilerinin kapanması ile açıkta kalan öğrenciler belli fakültelere yerleşti. Bunlardan bir kısmı da sınava girerek kendileri üniversite kazandılar. Onlardan hukuk fakültesini kazanan yeni mezun bir avukatın anlattığı küçük bir hikaye Türkiye’de yargı rejimini belki de en iyi özetleyenlerden biri. Devletin polis akademisine 17 yaşında girmiş, kapatılınca hukuk fakültesini bitirmiş ve baroda staja başlamış bir genç, ruhsat almadan hemen önce darbe girişiminin ardından 3 yıl geçtiği halde soruşturmaya uğruyor. Nedeni basit çünkü hakkınızda soruşturma varsa, Adalet Bakanlığı size ruhsat vermiyor. Basit değil mi, kuralı koy, savcılara da bu kuralı şu kişilere şöyle uygula diye haber sal. Belediye başkanlarına soruşturma aç, sonra görevden al, süresiz al, yerine atadığın kayyımın göreve gelirken ilk icraatı da Erdoğan fotoğrafı asmak olsun. Böylece hukuk devleti olsun ülke. Mahir Ünal böyle bir rejimin hukuk devleti teorisyeni, Süleyman Soylu da demokrasi teorisyeni olsun. Yakışır elbette, canlarım benim. Oynadıkları oyunun herkesin farkında olduğunu bile bile bu tehlikeli oyunları oynayanlar çıkmaza sürükledikleri yaşamlarımıza karşı hiçbir sorumluluk duymadan “savaş çabası”nın içinde eyliyorlar. Anlamını yaratıyorlar, mevzu mekanizmalarını yaratıyorlar, her adımlarında kendilerini güvenceye aldıklarını düşünüp yeni adımlar atmak zorunda kalıyorlar. Bu çok klasik çöküş hikayesinin dünya tarihinde görülmüş onlarca örneği ise hepimizi, tüm ülke kamusunu riske atan sonuçlardan başka hiçbir şey göstermiyor. Kendilerine suni güvenceler yarattığını sananlar, kendileriyle birlikte koca bir ülkeyi cehenneme çevirmekten zerre kadar korkmuyorlar.
Peki AKP’nin, yanıbaşındaki aktörlerin, tuhaf ilişkiler yaşadıkları sermaye çevrelerinin ve uluslararası güçlerin yaptığı her sınavı (7 Haziran 2015 – 31 Mart -23 Haziran 2019 dışında) iktidarın istediği şekilde başarıyla geçen muhalefet güçleri savaş çabasının neresinde konumlanacak? Aslında daha cümlenin başından belli değil mi? 7 Haziran 2015 ve 31 Mart 2019 ve 23 Haziran 2019’da yapılanlardan ders alınması gerekmez mi? Sınav sorularını hazırlama zamanı artık gerçek sahibine muhalefete hala geçmedi mi?
Son olarak “sıra İstanbul’a da gelecek” sözüne hiç katılmıyorum. Çünkü artık Van’ın, Diyarbakır’ın, Mardin’in zaten İstanbul olduğu bir gündeyiz. Bunu kavramadan da ortak bir hikaye kurmak asla mümkün olmayacak.