Toksik erkekler hasarlı kadınlar
Su Kürü, kız kardeşlerdeki kadınsılığın anne tarafından nasıl ipotek altında tutulduğuna ve anneyle ayrışamamış olmanın tam anlamıyla kadın olmayı nasıl engellediğine dair çarpıcı bir kurgu sunuyor. Kadınları hasarlı yapan şeylerin başında kendi içlerindeki toksik taraflar olduğunu da anlıyoruz. Bu toksikliği yaratanın ise iç dünyada hüküm süren eril ve dişil yanların inkârı sonucu doğan çatışma olduğunu ve bir uzlaşı sağlanamazsa da toksiklenmeye devam edileceğini…
Anakaradan uzakta ıssız bir ada, otelden bozma bir ev içerisinde üç kız kardeş, Kral adını verdikleri bir baba ve kraldan çok kralcı olan anne… İçeriden dışarıya ve dışarıdan içeriye fiziksel, ruhsal, zihinsel her türlü alışverişin kısıtlandığı kapalı sistem özellikli bir aile öyküsü… Bu adada Kral’dan başka hiçbir erkek olmadığı halde kız kardeşlerden en büyüğü olan Grace’in hamile olması ise “kutsal aile” kavramına daha en baştan bombayı düşürüyor. Ayrıca bu evin bir zamanlar anakaradan kaçan ve toksik erkekler tarafından zarar gören hasarlı kadınların tedavi merkezi olduğunu da anlıyoruz. Su Kürü isimli roman işte böyle bir çerçeve içinde başlıyor.
Sophie Mackintosh tarafından yazılan Begüm Kovulmaz çevirisi ve Can Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluşan Su Kürü, kız kardeşlerdeki kadınsılığın anne tarafından nasıl ipotek altında tutulduğuna ve anneyle ayrışamamış olmanın tam anlamıyla kadın olmayı nasıl engellediğine dair çarpıcı bir kurgu sunuyor.
Romandaki anlatıcılar üç kız kardeş arasında paylaştırılıyor. Üç kız kardeşi okurken sanki ruhsallığın üç katmanı olan id, ego ve süperegonun seslerini duyuyoruz. Ve kadınlığın üç kritik döneminden geçerek eşlik ediyoruz romana; çocukluk, ergenlik, yetişkinlik…
Babaları olan Kral’ın ölümünden sonra anne ve kız kardeşlerin girdiği bir yas sürecini izlemeye başlıyoruz;
“Yas tutmak bizim için yeni olduğundan annemiz panikliyor. Bu bilinmeyen kriz için uygulayabileceğimiz bir terapi yok. Fakat annemiz hayatı boyunca kırılan şeyleri hevesle onaran, becerikli bir kadın. ”
Yas tutma sürecinin ilk adımı üzerlerinde annelerinin el yazısı bulunan hatırlatma notlarından oluşuyor;
“Artık sevgi yok” yazıyor kağıt parçalarında. “Yalnız kız kardeşlerinizi sevin, bir de annenizi!”
Yas tutma terapileri sadece bu notlarla sınırlı kalmıyor elbette. Havuzun içinde boğulmanın eşiğine gelene kadar nefes tutmalar, terden bilinçlerini kaybedecek kadar saunada kalmalar, kusmalar, içi su dolu küvette geçirilen uzun saatler, bardak bardak içilen sular… Havuz, küvet, kova gibi sınırları belli alanlarda yapılan terapiler ve buna karşın sınırları pek de belli olmayan denize açılan bir baba imgesi.
Su, romanda önemli bir leitmotifi oluşturuyor. Dışarıdan herhangi bir eril ihtimale maruz kaldıklarında ya da kendi içlerindeki erillikle temas kurduklarında ana rahmini simgeleyen su terapileri derhal uygulanmaya başlıyor, böylelikle eril toksik maddelerden su terapileri yoluyla arınmaya çalışıyorlar, bir nevi öze dönüş ya da vaftiz seremonisine gönderme yapılıyor. Her şey suyla başladı ve her şey suyla son bulur mesajını alıyoruz.
Anne, babanın sert kurallarını kısacası yasasını uyguluyor; ancak yasayı işaret ederek değil, “yasa benim” diyerek. Bu sayede hiçbir bireysel farklılığa, spontanlığa ve kızların büyümesine izin verilmiyor. Çünkü büyüyebilmek için başkaldırmak gereklidir.
Roman boyunca konserveyle beslenen kız kardeşler, adeta yaşamlarını da bir konserve içerisinde devam ettirmeye çalışıyorlar. Hava aldıklarında hızla bozulacaklarmış gibi… Ada, kız kardeşlerin kundağına dönüşmüş bir halde onların ruhsal ve fiziksel bağışıklıklarının güçlenmesine sürekli engel teşkil ediyor. Bu izolasyon ve engellenmişlikle kızların babalarının ölümü ardından tutmaya çalıştıkları yas, ilerlemeci değil epey gerilemeci bir biçimde yaşanıyor. Hatta kız kardeşler o kayıpta sabitleniyor ve artık onlar için yaşama güven duyabilmek imkansız bir hale geliyor. Kızların korkuyla beliren gelecek telaşları içinde kadınsılığın izlerini bulmaya çalışıyoruz.
Bir gün çıkan bir fırtına sonrasında adaya bilmedikleri erkekler geliyor, işte o zaman şenlik başlıyor. Şenlik dediysem eğlenceli olduğu sanılmasın olabildiğince tekinsiz bir şenlik bu. Böylelikle kadınsılığın anne kuvvetiyle reddedildiği bir ortamda kadınsı arzu artık inkâr ve kontrol edilebilirliğin dışında kalıyor.
Sigmund Freud, Totem ve Tabu’da antropolojik bir bakış açısı sunarak “yabani” denen insanın toplumsallaşması ve ilk toplumsal yasanın oluşturulması üzerinde durur. Onun kurgulamasında başlangıçta ilkel sürü vardır. Bu ilkel topluluğun mutlak hakimi olan baba sürüdeki bütün kadınlara sahiptir. Kendisi dışındaki bütün erkekleri sürünün dışına iter ya da öldürür. Sürüden kovulan erkek kardeşler onun zorbaca hakimiyetine son vermek üzere birleşerek babayı öldürür ve bir şölende hep beraber onu yerler. Daha sonra kadınları ve iktidarı paylaşırlar. Bu yamyamca eylem üzerinde topluluğun yasası şekillenir ve iktidarın paylaşımı bu yasaya göre yapılır. Topluluk bu olayı ve yasayı hatırlatan bir toteme sahip olur. Simgeleştirmede önemli bir adımdır bu. Totem ve onunla özdeşleşen hayvanı öldürmek yasaktır. Totem babayı ve babayı öldürme yasağını temsil eder. İlk yasa budur. İkinci yasa ise topluluğun dışından evlenme yasasıdır ve ensesti yasaklar. Her iki yasa da kaynağını bir tabudan yani bir yasaktan alır. Totem tabudur, aynı klanın kadınları tabudur.
Su Kürü romanında da kadınların ruhsallığı açısından toksik madde olarak nitelendirilen erkekler adeta fobik birer nesneyi temsil edip bir tabuya dönüşüyorlar;
“Erkeklere maruz kaldığın süreyi kısıtla veya sana zarar vermek istemeyen bir erkek bul. Hasarlı bir kadının bir diğerine söylediği bu sözcüklere kulak misafiri olmuştum, kendi aralarında telaşla, mırıldanarak konuşuyorlardı. Söylediklerini duymadığımı sanıyorlardı. En tehlikeliler, sana zarar vermek istediklerini bile bilmeyenlerdir. Aşk için korkudan sinmeni ve bunu duygusallık sanmanı isterler. Kadınlardan en çok nefret edenler onlardır. ”
Elda Abrevaya, Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu isimli harikulade kitabında şöyle bir soru atar ortaya; “Sonuçta hangi kadın, kendisini annede tutuklu kılan bağları ve sadakati özümlemeden, semptomlarından kurtulabilir ki?”
“Düğümün çözülebilmesi için kadının kendisini anneye zincirleyen bağa dair çatışmaları katetmesi zorunludur, bunsuz özgürleşmesi olanaksızdır. Anneye sırtını çevirerek, dolayısıyla babayla erkeksi bir özdeşleşmeye girerek kadın olunamaz, kadın kimliği oluşturulmaz. Anneyle olan çatışmalar karşısında, babanın aşkının limanına sığınmak bir çıkış olabilir ama kadınsılıktan uzaklaştıran bir çıkıştır bu. Kadın olmanın bedeli, anneyle olan ilişkiden geçmektir.”
Kız çocuğunun annesine dair bir borcu vardır. Annenin çocuğa hayat vermesinin ötesinde, bu borç kadın olmak, anneyle hemcins olmaktan geçer. Bu da kaçınılmaz olarak kızı annenin kaderine bağlar. Kız annenin geçmişindeki travmatik olaylardan, acılarından payını alır. Bu anlamda kızın kaderi, annesinden kendisine iletilen düğümleri çözmek, ondan ayrışarak kendi kadınlık hikayesini yazmaktır.
Romanın ilerleyen bölümlerinde annenin ortadan kaybolmasıyla kız kardeşler kendi içlerindeki dişil tarafla tam anlamıyla temas kurup ruhsallıklarında annesel bir katman yaratmaya başlıyorlar. Ve bunu yaparken evlerinden ayrılıp ormanın derinliklerine doğru gidiyorlar. İşte o zaman kendi kadınlıklarına doğru da ilerleyebildiklerini görüyoruz. Romanın son cümlesi bu bağlamda epey anlamlı;
“Yeterince uzağa yürürsek kendi dünyamıza da ulaşacağız.”
Kız kardeşlerin iç dünyaları kuşkusuz birbirlerinden epeyce beslendikleri ancak birbirlerini kendilerine zincirlemedikleri bir ruhsal alan vaat ediyor. Bu ruhsal alan içlerindeki eril ve dişil konumları fark edip onlarla barışık olabilme becerisiyle inşa ediliyor. Bu sayede kadınları hasarlı yapan şeylerin başında kendi içlerindeki toksik taraflar olduğunu da anlıyoruz. Bu toksikliği yaratanın ise iç dünyada hüküm süren eril ve dişil yanların inkârı sonucu doğan çatışma olduğunu ve bir uzlaşı sağlanamazsa da toksiklenmeye devam edileceğini…
Kitabı okurken zihnim sık sık Yorgos Lanthimos’un yönetmenliğini yaptığı Köpek Dişi filmine gitti. O filmde de izole bir yerde dışarıya kapalı olarak yaşayan aile bireyleriyle dışarıyla bağlantı kuran tek kişi olan babayı izlerken deliliğin aile sistemi içerisinde usul usul nasıl üretildiğini izliyoruz. Bu filmde de tıpkı Su Kürü’nde olduğu gibi kendi krallığını ilan eden bir baba ve onun dayattığı yasa sonucunda dışarısının bu denli tehlikeli olduğuna inanmanın bireylerde nasıl bir ruhsal bölünmeye yol açabileceğini görüyoruz. Kitabın ve filmin ortak özelliklerinden birisi de kastrasyon meselesi. Su Kürü’nde su terapileri arzuya, büyümeye dair bir kastrasyon aracı olurken, Köpek Dişi filminde simgeleştirme süreçlerinin sekteye uğramasıyla ablanın köpek dişini kırarak yetişkin olmaya çalışması içeriden değil de dışarıdan gelen olgunlaşma darbelerinin işlevsizliğine dair önemli bir bakış açısı sunuyor.
Kaynakça
-Su Kürü, Sophie Mackintosh, Çev: Begüm Kovulmaz, Can Yayınları
-Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu, Elda Abrevaya, Bağlam Yayınları
-Sinema ve Psikanaliz, Der: Özden Terbaş, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları