Türkiye kimin ülkesi?
Şimdi “seçilmişlerin” görevden alınıp yerine kayyımların atandığı bir “sahiplik” rejimindeyiz. Sadece Erdoğan ve Saray değil, Saray ile bir biçimde bağ kurabilen herkes bu ülkenin sahibi olarak görüyor kendini. Cezasız kalıyorlar, ihalelerle ödüllendiriliyorlar, pazarlıklara dahil ediliyorlar.
Türkiye’nin son on yılında daha önce eşi benzeri az görülür skandallar yaşandı. İstanbul seçimlerinin ardından ortaya çıkan vakıflara aktarılan milyonlar, kayyım banyoları, on binlerce liralık çerez, baklava faturaları, bakanlara verilen on binlerce liralık rüşvetler köpük sadece. Kamu ihalelerinin mantığını anlamamızı sağlayan Çiğdem Toker, Bahadır Özgür gibi yazarlar sağolsunlar, köpüğün altında kalanı da gösteriyorlar. Saraylar yetmiyor, altın varaklı koltuklar yetmiyor, özel uçaklar yetmiyor. Erdoğan’ın Rusya gezisine yansıyan celep pazarlığı herhangi bir demokraside skandal olabilecek pazarlık rejiminin yalın göstereni oldu bu açıdan. Gezdiği fuardaki uçağa bakıp, “Bu uçuyor mu?” diye sorup, “Şimdi biz bunlardan mı alacağız?” diye devam etmesinden bahsediyorum. Evet Türk dış politikasının son döneminin özeti belki de.
İçeride bütün yolsuzluklar terör-beka çemberi ile örtülür, kafasını çıkaran herkese soruşturma ve cezalar yağdırılırken, dışarıda kimsenin haberinin olması ihtimali olmayan savaş uçağı pazarlıkları, füzeler, saray gezintileri sürer. Nereye kadar sürer? İşte Türkiye’de bir yandan Erdoğan’ın inşa ettiği bir yandan da ana muhalefet öncülüğündeki Türkiye muhalefetinin parçası olduğu sorun bu. Bu sorun da doğrudan Türkiye’ye ilişkin bir “sahiplik” algısıyla ilgili.
KİMSESİZLERİN KİMSESİ Mİ?
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, cumhuriyeti tanımlayan, onu diğer hükmetme biçimlerinden ayırt eden şey cumhuriyetin sahibi olmamasıdır. Rousseau’nun o içinden çıkılması güç cümlesinin cumhuriyete dair belki açık olarak anlattığı tek şey budur: “Üyelerinin her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın hem de eskisi kadar özgür olsun.” (1)
Türkiye’de Erdoğan’ın ilk döneminde üzerinde çalıştığı temel politika ülkenin sahipliğine ilişkindi. Liberal entelektüellerin teorik zeminini sağladığı bu politikanın temelinde “ülkenin gerçek sahipleri” olan ama hep iktidarın uzağında tutulmuş “çevrenin” artık iktidara gelmiş olması vardı. Bu siyasal AKP’nin ilk dönem siyasal konumlanmasına “iktidarda olsak da iktidarda değiliz” stratejisi ile yansıdı. Birçok yan kavram bunun için yine liberal destekle üretildi. Bunlardan en kullanışlısı “vesayet” kavramı idi. Bürokratik ve askeri seçkinlerin devlet içindeki güçleri nedeniyle “seçilmişler”, demokratik yollarla elde ettikleri iktidardan mahrum bırakılıyorlardı. Erdoğan, bu durumu, Türkiye’de birbirinin düşman ikiz kardeşleri olarak siyasal pozisyon alan iki ideolojik tutumun, ulusalcıların ve liberallerin yardımıyla çok iyi değerlendirdi. Liberaller hazırladıkları teorik zemine zarar gelmesin diye gerçek anlamda liberal olan her hangi bir entelektüelin asla kabul edemeyeceği uygulamaları görmezden geldiler, açıklamaları desteklediler. Fethullahçı çetenin AKP ile birlikte organize ettiği cezalandırma düzeneklerine ses bile çıkarmadılar. Yargıdaki Aleviler, Ergenekon’un çevresinin çevresi gibi sözleri AKP’lilerden değil, liberallerden duyduk. Ulusalcılar, sahiplik yanılgılarını cumhuriyete rağmen sürdürdüler, AKP’ye kapatma davasından tutun, Hrant Dink’in öldürülme sürecine, Kürt sorunundaki tutumlarına ve Abdullah Gül’ün TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçilmesinin engellenmesine kadar. Türkiye’de başkanlık sisteminin meşru bir tartışma zeminine çekilmesinin yolunu da elbette ulusalcılar açmış oldu.
SAHİPLİĞİN İNŞASI
Erdoğan’ın bu süreçte öğrendiği şey, sağcı tüccar pazarlığı idi. Kendi çıkarı, ülkenin çıkarından bağımsız olarak her şeyin üstünde oldu hep. İktidarı için liberallerle de ittifak kurabilirdi, Kürt siyasal hareketi ile de Fethullahçılarla da Avrasyacılarla da MHP ile de. İlk dönemde yaratılan zeminde Türkiye’nin hukuk devleti ya da devlet görüntüsü, “seçilmişlerin” her şeyi yapmasına zemin sağlayan, hiçbir hukuk kuralına uymadan hükmünü sürmesine zemin sağlayan vesayete karşı mücadele gibi kavramların açtığı yolda ortadan kaldırıldı. Anayasa da bir vesayet düzeniydi, idarenin hukuka uygun davranma zorunluluğu da, bürokratik teamüller de. Erdoğan hukuku ayakları altında, pazarlıkları zemininde ezme stratejisini bu düzlem içinde gerçekleştirdi. 2010 Anayasa referandumu sonrasında gelişen süreç bunun zirvesiydi. 2013 Gezi direnişinin ardından ise aştığı her eşikte seçime dayanan bir diktatörlüğün yolunu döşedi. Ne zamana kadar? Seçimlerde tek başına iktidarı kaybettiği 7 Haziran 2015’e kadar. Bunun ardından gelen ise yeni rejimin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen hükümdarlık rejiminin inşası oldu. Şimdi “seçilmişlerin” görevden alınıp yerine kayyımların atandığı bir “sahiplik” rejimindeyiz. Sadece Erdoğan ve Saray değil, Saray ile bir biçimde bağ kurabilen herkes bu ülkenin sahibi olarak görüyor kendini. Cezasız kalıyorlar, ihalelerle ödüllendiriliyorlar, pazarlıklara dahil ediliyorlar. Ülkenin sahibi her istediğini yapıyor, manidar biçimde sarayından yapıyor, üniversiteleri orada açıyor, yargıyı orada açıyor, kahvaltısından ya da öğle yemeğinden sonra. Oğlu, damadı, yakın arkadaşları, sevdiği şarkıcılar, sunucular ve söylediğini çeşitli biçimlere sokmaya bile gerek duymayan gazete yöneticileri falan ile birlikte.
GELECEĞE NE KALACAK?
Bütün bu olup bitenlerden geleceğe ne kalacak? Artık bir kamusal alanı, yolsuzlukların yazıldığı, politik gündemlerde tarafların tartıştığı, aydınların düşüncelerini eskisine benzer risklerle açıkladığı medya ortamı, kimsenin sahibi olmadığı için herkesin sahip çıktığı bir ülke yok. Sokaklarda her gün dövülen, aşağılanan, işkenceye maruz bırakılan gençler, emekçiler tek bir kamusal göz tarafından görülmüyor.
Sahiplik sorusu, cumhuriyet sorusu kalacak geleceğe. Çünkü devleti özel alanı olarak gören, ülkeyi kendinin gören, pazarlıklarını bunun üzerinden yapan, şimdi biz bu uçağı mı alacağız sorusunu yabancı ülke devlet başkanına kameralar önünde soran, seçilmiş belediye başkanı yerine kayyımı atayıp ondan hediye alan Saray rejimi çöküşte. Fakat çökmesi, direttikçe büyüyen bir yıkıntıdan başka bir şey bırakmayacak. Hiç kimsenin sahibi olmadığı bir ülkeyi kurmanın tek yolu ona herkesin sahip çıkması elbette, fakat bunun yolu da hâlâ kamuya seslenme şansı olan başta ana muhalefet olmak üzere muhalefet partilerinin herkese seslenmesi ile mümkün.
Erdoğan’ın kayyım testi ne yazık ki hâlâ sınav sorularına iktidarın sahibinin gözünden hazırlanan bir muhalefeti işaret ediyor.
(1) Rousseau, Jean Jacques, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006, s. 14.