Siyasetin sağında hareketlenme
Davutoğlu’nun -yanlış anlamalara neden olacak biçimde- birden konuşkanlaşması; yıllardır sessiz bir tasfiyeyi kabullenmiş olanların toplu istifası farklı yorumları çağırıyor: İktidar yeterince sıkıştığı ve iç sıkıntısı büyüdüğü için mi harekete geçildi? Yoksa daha fazla beklemenin iktidarın durumu iyice toparlamasına yol açacağı mı değerlendirildi? Bu ucu açık soruların ve belki de birbirini tamamlayacak cevaplarının dışında, Türkiye’deki siyasi dengenin ağırlık merkezi sağ blokta, bir temsil kapışmasının çok yakınlaştığı anlaşılıyor.
AKP içinden çıkacak yeni parti girişimleri konusunda süreç biraz daha hızlanmış görünüyor. Davutoğlu cephesi -henüz sadece Davutoğlu ile sınırlı olarak- daha fazla konuşuyor. Gül-Babacan tarafında ise, şimdilik sessizlik sürmekle birlikte, peş peşe gelen istifalarla aksiyon daha önde görünüyor. Davutoğlu, her türden yanlış anlamaya imkan verecek sözlerin serpiştirildiği Sakarya konuşması dışında, katıldığı radyo ve televizyon konuşmalarıyla gündem yaratmaya çalışıyor. Diğer yanda da Beşir Atalay, Nihat Ergün, Sadullah Ergin gibi partinin ilk dönem vitrinini oluşturan üst kadrosundan bir grup AKP ile yollarını ayırdı. Karşıdakini ve zemini tartma dönemi bitiyor gibi.
Erdoğan ise, yerel seçim öncesinden başlayan “çok önemli değişiklikler yapacak” iddialarına kulaklarını tıkamış ve kendi tarafına dönük hareketsizliğini sürdürüyor. Parti içindeki çalkantılara ilişkin olarak da, düşük dozlu “ihanet” imaları dışında dikkat çekici bir karşı atak içinde görünmüyor. “Partide yenilenme” konusundaki takvim, kongre sürecine kadar ertelenmiş gibi. Bakan değişiklikleri haberleri sonucu gelmeyen bir rutine dönüşmüş halde. Buna karşılık, yakın dönem siyasi tablosunu değiştirebilecek esas dinamiğin, sağ siyaset yelpazesindeki yeni denge ile oluşacağına ilişkin göstergeler giderek netleşiyor. İktidarın ilk başarısı da, bu dengenin merkezini yeniden hatırlatmış, sağın iç meselesi yapmış olması.
Siyasetin sağ tarafındaki hareketlilik -veya hareketsizliğin- siyasi aritmetikte nelere yol açabileceği, bu süreçleri yaratan sebepler kadar, her bir parçadaki potansiyel ve aktör yeterliliğiyle de ilişkili elbette. Ancak genel olarak her yerde ama özellikle Türkiye’deki sağ siyaset dünyasının karakteri, vasıflardan çok pozisyonların belirleyici olduğunu gösteriyor. Bu açıdan, genel resme ve olasılıklara bakmadan önce, bazı meselelere açıklık getirmekte yarar var. En başta, siyasi girişimlerin (aktörlerin) hızlı veya kalıcı etkiler yaratıp yaratamaması, sadece onların siyasi iddialarını ahlaken karşılayacak vasıflara sahip olup olmamalarıyla veya söylediklerini söylemeye hakları olup olmadığıyla ilişkili değil.
Bu anlamda, AKP içinden çıkacak yeni siyasi partilerin veya onun öncü isimlerinin de, ahlaki-siyasi zaafları, sorumlulukları, günahları, samimiyetsizlikleri, yeterlilikleri elbette çok etraflı tartışmaların konusudur. Fakat, siyasi alan, bu ahlaki süzgeçler ve samimiyet testlerinin dışında biçimleniyor. Dolayısıyla, oluşabilecek yeni siyasi hareketlenmelerin olası sonuçlarından bahsetmek, bu hareketleri sürükleyen kadrolara siyaseten pozitif bir özellik yüklemek anlamına gelmiyor. Aynı şekilde -çok haklı gerekçeleri olsa da- bu hareketleri sürükleyenlere ilişkin ifşa ve eleştiri dalgaları da, olabileceklerin tamamını anlatmıyor. Belki bu meseleleri biraz ayrıştırarak konuşmak daha yararlı.
Yerel seçimde, daha önce sadece potansiyel olarak varlığı öne sürülebilen iktidar cephesindeki rahatsızlık, daha görünür hale geldi. Çok katı bir blok oluşturduğu varsayılan iktidar seçmeninin kırılganlığının arttığı ortaya çıktı. Üzerine hesap yapılabilir oy kaymaları olduğu, olabileceği görüldü. İktidar, yerel seçimle gelen bu tablo sonrasında yapısal sorunlarına odaklanmak, yaygın kalıpla “ders çıkarmak” yerine, kısa vadeli artçı sarsıntıları ve oluşan yenilgi algısını durdurmayı/zayıflatmayı seçti. Hamle yapmadan, iktidarın yaşayacağı çalkantıyı beklemeyi seçen -ama zorlayıcı bir baskı kuramayan- muhalefete ve hızla “değişiklik” bekleyenlere karşı hareketsiz kaldı. Dertlerine, sorunlarına çare üretmek yerine, tekrarlara sığındı.
Bu tercihin gerekçeleri konusunda, aynı sonuca varsa bile birbirinden hayli farklı değerlendirmeler var. Bir grup, Erdoğan’ın zamanı kendi lehine çevirebileceğini bildiği için bu taktiği bilinçli olarak uyguladığını ve gündemi soğutmayı başardığını düşünüyor. Bir başka grup ise, iktidarın iç çalkantısının büyüklüğü ve daha önemlisi daha da büyüme riski yüzünden, hareketsiz beklemek zorunda kaldığını savunuyor. Meseleyi Erdoğan’ın ve diğer iktidar bileşenlerinin güç mücadelesiyle üzerinden yorumlayanlar da mevcut. Ancak, kayyım hamlesiyle birlikte bekleme döneminin bittiği, artık tarafların pozisyon almaya yöneldiği ve mecbur kalacağı da anlaşılıyor.
İktidar, ister uygun zamanı bekleme uyanıklığı, ister yeni küskünler yaratmama kaygısı, ister zemini yoklama ihtiyatlılığı, ister çaresizlik sarmalı yüzünden olsun, seçtiği “bekleme stratejisini” yavaş yavaş sonlandırıyor. Kayyım hamlesi ve ardından gelen Suriye adımları, hem iç hem de dış politika açısından göreli bir hareketliliğin -veya havasının- başladığını gösteriyor. Bu değişikliğin, iktidarın gündemi soğutarak, sonra da yeni bir gündem kurarak yeterli avantaj sağlanmasıyla mı, yoksa sıkışma ve çalkantının artık beklemesini zorlaştırmasıyla mı yaşandığı bir tartışma konusu. Belki her ikisinin de payı var. Ancak, bu stratejiye yönelirken diğer aktörleri de pozisyon almaya zorluyor.
Davutoğlu’nun -yanlış anlamalara neden olacak biçimde- birden konuşkanlaşması; yıllardır sessiz bir tasfiyeyi kabullenmiş olanların toplu istifası farklı yorumları çağırıyor: İktidar yeterince sıkıştığı ve iç sıkıntısı büyüdüğü için mi harekete geçildi? Yoksa daha fazla beklemenin iktidarın durumu iyice toparlamasına yol açacağı mı değerlendirildi? İktidar mı hareketlenmeyi tetikledi, hareketlenme mi iktidarı zorladı? Elbette meseleyi ara ara yoklanan ama henüz fazla ısınmamış erken seçim söylentileriyle ilişkilendirenler de olacaktır. Bu ucu açık soruların ve belki de birbirini tamamlayacak cevaplarının dışında, Türkiye’deki siyasi dengenin ağırlık merkezi sağ blokta, bir temsil kapışmasının çok yakınlaştığı anlaşılıyor.
Böyle bir tablo karşısında, sağ blokta yer kapmaya niyeti ve imkanı olmayanlar için birkaç seçenek ortaya çıkıyor: Kenara çekilip “birbirlerini yesinler” diyerek elverişli bölünmeyi ummak. “Bunların hepsi aynı” diyerek kayıtsız kalmak. Aritmetik olasılıklar üzerinden taktik hamleler üretmek. Yaşanan kapışmayı ideolojik ifşa imkanı olarak görmek. Bu seçenekler daha da artırılabilir. Fakat etkili siyasi tavır, egemen güçlerin kendi arasında olanlar dahil olmak üzere, her türlü çatışma ve ilişki alanına aktif müdahaleyi gerektirir. Seçmenin hangi fay hatları üzerinden iktidardan uzaklaştığı konusunda nötr kalmak, çatlamayı sürükleyen aktörleri belirli hatlara zorlamamak -en azından fikir oluşturmamak- tıpkı iktidarı zorlayamamakta olduğu gibi, muhalefet zeminini tutmayı da zorlaştırabilir.