(Yeniden)* Hassasiyet tartışması
En muğlak alanda kurulan soyut bir “hassasiyet” iddiası yeterli. O öyle istediği, onun işine öylesi geldiği için değil de, damarına basıldığı, duyarlılığı incindiği, değerleri hasar aldığı için böyle yapmakta. Haklılığı garantili bir gerekçeden daha güçlü tahakküm aracı olabilir mi?
Yüzlerce filmden, bir o kadar hikayeden bir parça, neredeyse bütün yerli dizilerdeki tanıdık bir sahne: Ailenin babası (zaman zaman otoriter kadın karakterler için de yazıldığı olur ama çoğunlukla erkek), aksi bir ebeveyn, boğazındaki damarlar şişmiş biçimde höykürmekte. Çocuklar çil yavrusu gibi dağılmış, bir köşeye sinmiş, belki de korkudan titriyor. Ailenin tüm fertleri, normalde saygı odağı sayılacak evdeki yaşlı başlı insanlar bile sessiz. Karşısındaki sessizlik uzadıkça, adamın sesi daha bir yükseliyor, gümbürtülü bir otorite şovuna dönüşüyor. Belli ki hoşuna gitmeyen bir şey söylenmiş. Belki gerekli bir şeyi sormaya kalkan çıkmış, bir şey istemiş. Yaptığının yanlış olabileceği ima edilmiş. Her şey olabilir. Özeti, hoşlanmadığı, rahatsız olduğu bir durum var. Biraz haklılık payı olsa bile, olanla gösterdiği reaksiyon arasındaki oransızlık çok bariz, hatta sonradan da kullanışlı olması için altı özellikle çizilmek, doz abartılmak isteniyor. Yaşanan bu hezeyan, bütün kabalığına rağmen tam zıt bir duyguya, “hassasiyete” oturtuluyor. Çok hassas olduğu için büyük bir kabalık yapma hakkı kazanıldığına inanılıyor.
Bu anormal -ama bir o kadar da sıradan- sahneyi, yaşanan öfke krizini, tahakküm arzusunu, daha fazlasını ima eden şiddet gösterisini “hassasiyetle” bağlayan söz çok basit: “Damarıma basmayın, benim sigortalarımı attırmayın, sabrımı zorlamayın.” Peşin bir meşruiyet, sağlam haklılık gerekçesi (kullanışlı hafifletici neden), patronun kim olduğunun açık vurgusu ve sonraya dair de kuvvetli bir tehdit. Her şeyi anlatan ve halleden, müthiş cümlenin sağladığı mutlak iktidar. Ortalamayı, kalabalık olanı, baskın çıkanı, geçerli sayılanı, gücü, otoriteyi temsil eden; tahakkümü, şiddeti, baskıyı, yasak koymayı kendisine hak gören, karşısındaki herkesi kendi çizdiği sınırlara tabi kılmaya mecbur eden “sağlam irade”. Bu pozisyon konusunda çok hassas ve bu hakka yönelecek tehdit karşısında vereceği tepkide son derece net. Ortaya koyduğu güç gösterisinin gerekçesi, rasyonellik, hakkaniyetli ve makul olmak, hatta bir kurala bağlı olmak zorunluluğundan kurtaracak ölçüde kuvvetli. En muğlak alanda kurulan soyut bir “hassasiyet” iddiası yeterli. O öyle istediği, onun işine öylesi geldiği için değil de, damarına basıldığı, duyarlılığı incindiği, değerleri hasar aldığı için böyle yapmakta. Haklılığı garantili bir gerekçeden daha güçlü tahakküm aracı olabilir mi?
Tecavüz üzerine bir de cinayet işledikten sonra, kravatını takıp “Erkekliğime laf etti” diyerek mahkemeden indirim talep edenin, kullandığı bir “hassasiyet” var. Çocuğunun önünde annesini öldürerek “namusunu koruduğunu” iddia edenin de basılan bir damarı var. Atatürk’ün evini yakmışlar diye haber duyup, kamyonetlere atlayıp Ermeni, Yahudi dükkanı yağmalamaya gidenleri harekete geçiren duyarlılıklar olduğunu söyleyenler de çıkıyor. Çocukların cinsel istismara uğradığı tarikat yurtlarına laf edenleri, “eşcinseller için özgürlük istiyorsunuz ama” diye suçlamaya kalkanların bazı değerleri olduğu söyleniyor. Hakimler, yasalar bu değerleri dikkate alarak indirim öngörüyor, bunun dışında duranlara, çıkma cüretine cezalar veriyor. Ne hayatın gerçeğine, ne olayların hakikatine uymayan bahanelere yaslanan palavra kırılganlıklara saygı gösterilmesi telkin ediliyor, kesmiyor mecburiyet olarak işaret ediliyor. Söylenenin de, inananın da yalan olduğunu bildiği şeyler, infiallere neden olmuyor, ihtiyaç duyulan saldırganlık için, “hassasiyetlerden” gerekçe uyduruluyor. Kabul ettirilmiş hassasiyetler için sürekli üretilen kadar, devamlı tekrarlananlar yalanlar bulunuyor.
Tanıl Bora, iki yıl önce Birikim’de, (daha sonra da “Zamanın Kelimeleri”nde “hassasiyetlerimizin” siyasi kullanımı üzerine şunları yazmıştı: “Carî politik söylemde, hassasiyetin Arapça-Osmanlıcadaki “alıngan”, Batı dillerindeki “aşırı duyarlı” anlamları baskın, kısacası. Hassasiyet, dümdüz “kırmızı çizgi” anlamına geliyor. Sözü bitiren, aslına bakarsanız politikayı iptal eden bir anlam… Bu söylemde hassasiyet, etrafı düşünmeye boş veren, ayrıntıları ve özel durumları gözetmeye gerek görmeyen, ince eleyip sık dokumayı men eden, kısacası aslında hassasiyetini kaybetmiş bir tavrın şiârıdır. Almanca polisiye yazarı Rita Falk, bir romanında, meşhur ‘porselen dükkânına girmiş fil’ imgesini, ‘fillerin dükkânına düşmüş porselen’ diye agrandize etmişti. O derece bir hassasiyet kaybı… Türkiye’nin carî politik söyleminde hassasiyetin, bir de tabulaştırıcı ve sırlı bir havayla geçiştirici tınısı, ‘susturucu’, vetocu bir işlevi var. Tanıl Bora’nın aynı yazıda referans verdiği Polat Alpman da, 2016 yılındaki yazısında, “Bu ülkede çok fazla hassasiyet var ve herhangi birinin hassasiyeti, bir diğerinin üzerinde tahakküm malzemesine dönüştürmek konusunda çok maharetli” diyordu.
Ne kavram yeni ne bu amaçla siyasi kullanımı ne de hakkındaki tartışmalar. Fakat son zamanlarda hassasiyet meselesi, yeniden ve biraz daha çeşitlenmiş çevreler tarafından fazla sık kullanılmaya başlanınca, konuyu tazelemek gerekti. Sağ popülist siyaset dilindeki haliyle biraz karikatürize edilirse, şöyle bir tablo söz konusu: Her şeyin kendisine göre biçimlenmesi konusunda sınır tanımayan, biraz ayrıksı gördüğü herkese karşı kaba ve saldırgan olmakta sakınca görmeyen çoğunluk, aslında donmuş gül yaprakları kadar kırılgan. O çok kudretli, astığı astık, kestiği kestik yöneticiler, “kusura bakmayın” deyip insanların hayatını kabusa çeviren iktidar sahipleri, en küçük olumsuzluk isnadından sarsılabilecek ölçüde alıngan. Biraz daha abartırsak, milliyetçi-muhafazakar kalabalığın bütün gününü duyarlılık nöbetleriyle titreyerek, dirayetli yöneticilerin de bütün gecelerini sarsıla sarsıla ağlayarak geçirdiğini düşünmek mümkün. Kadınlar öldürülüyor, insanlar linç ediliyor, baskılar yaşanıyor olabilir ama bunların hepsi de hassasiyetten. Ayrıca bu “kötü şeylere” ilişkin laf söylerken de çok dikkatli olmak lazım, çünkü hassasiyetlere dokunan yeni hassasiyetler ortaya çıkabilir.
Hassasiyet, alınganlığı siper etmiş saldırganlığın, mağduriyet kılığında tahakkümün sihirli kavramı. Ölçüsüz hareketlerin de, yerinden kıpırdamamanın da meşruiyet kaynağı. Hem kılıç hem kalkan. Hem sebep hem bahane. Hem doping hem müsekkin. Bu kadar anlamından uzak, bu kadar hedefe sabitlenmiş, bu kadar ahlaksızca ve fütursuzca kullanılan hassasiyet, aslında gerçekliği kolay belirlenebilecek bir hal. Belki birilerinin sahiden hassas olup olmadığını anlamak çok zor, kırılganlığını veya alınganlığını ölçmek de öyle ama nelere karşı hassas davrandığını, duyarlı yaklaşıp yaklaşmadığını görmek aslında çok kolay. Herkes yaptıklarını, talep ettiklerini, hassasiyetiyle açıklıyor. Yaptıklarının gerekçesi haline getirdiği hassasiyet için ne yaptıkları, ne gibi fedakarlıklar yaptıkları, nasıl çabaladıkları sorulduğunda ise, makyaj birden dökülüveriyor. Hassasiyet ifrazatı yalanları söyleyenler de bunu her seferinde ilk kez duyuyormuş gibi alkışlayanlar da bunu seyredip hak verenler de “büyük oyunun” gayet farkında. Tahakküm aracı yaptıkları hassasiyetlerini insanlara dayatanlar kadar bunları önemsemeyi politik uyanıklık sayanlar da gerçek hassasiyetleri çürüten bir asit havuzunu dolduruyor.
(*) Sevgili arkadaşım Tanıl Bora’nın “Zamanın Kelimeleri* kitabını bir daha anarak.