YAZARLAR

Tebliğ edilen anne: ‘Bağlılık Aslı’

Kaplanoğlu, meseleyi ‘modern anne’ye odaklamakta o kadar ısrarcı ki aileyi görmek istemiyor. Çünkü baba, hikayenin içine hak ettiği bir biçimde girse belki o zaman ailenin ‘kutsal’ duvarlarında gedikler açmak, ister istemez buna dair bir şeyler söylemek zorunda kalınacak. Dolayısıyla babayı hikayenin merkezinden ne kadar uzak tutarsanız, anneyi o kadar çok hedefe koyarsınız.

Malum, Türkiyeli yönetmenlerin Tarkovski aşkı bitmek bilmez. Herkes için ulaşılacak nihai hedef odur. İşin ilginç tarafı Türkiye’de adına ister ‘manevi’ ister ‘inanç’ deyin, bu tarz sinema yaptığını, yapmaya çalıştığını iddia edenlerin de kıblesi Tarkovski’dir. Ancak bir türlü anlayamadıkları, Tarkovski’nin inanca yaklaşımı ile kendi inançları arasındaki uçurum. Tarkovski sineması nihayetinde bir arayışın peşindedir ve mutlaklıkla asla ilgilenmez. Hatta tanrıyla bile ilgili değildir bana göre. O daha çok, tanrının var olduğunu değil, var olması gerektiğini söylemeye çalışır. “Böyle bir dünyaya bir tanrı gerekiyor” demeye getirir ama asıl aradığı anlamdır. Dolayısıyla onun filmlerini izlerken, farklı biçimlerde, onun aradığını bulmak zorunda kalmadan seyirci de anlam arayışının peşinden sürüklenip gider.

Filmlerindeki açık göndermelerle Tarkovski’ye olan hayranlığını bildiğimiz Semih Kaplanoğlu’nun özellikle “Yumurta, Süt, Bal” üçlemesinde peşine düştüğü bu arayış hem sinemasal olarak hem de anlam arayışında açtığı pencereler açısından güçlüydü. Ancak yönetmen, felsefi ve politik dönüşümünün ardından karşımıza çıktığı “Buğday” filminde bence bütün İslamcı sinemacıların kaçınılmaz olarak varacağı noktaya ulaşmıştı. Bu aşamada arayış, yerini bilmişliğe, bilmişliğin verdiği özgüven ise seyirciye hayatın anlamını tebliğ etmeye evrilmişti.

Semih Kaplanoğlu, “Buğday”da dünyanın sona doğru ilerlediği distopik bir evren kuruyor ve meseleyi dönüp dolaşıp “inancın” kaybolmasına bağlıyordu. Bu da yetmiyormuş gibi, bunun sorumlusu olarak da “inanmayanları” gösteriyordu. Yani modern hayatın, seküler dünyanın ve bilimin dünyayı bulunduğu noktaya getirdiğini anlatıyordu. Bunu yaparken de, kaynak aldığı dinsel metinlerden bağımsızlaşamayan bir dil inşa ederek, izleyiciye açık tebliğlerde bulunuyordu. Merak edenler için “Buğday” filmiyle ilgili değerlendirmemizi şuraya bırakalım ve biz bugün gösterime giren yeni filmi “Bağlılık Aslı”ya dair birkaç kelam edelim.

Kaplanoğlu, bir önceki filminde kurduğu “tebliğ” dilini burada bir üst aşamaya taşıyor. “Buğday”da, soyut birer hedef olarak işaret edilen modern hayat, seküler dünya gibi kavramlar, burada Aslı karakterinde ete kemiğe büründürülüyor ve mahkûm edilmeye çalışılıyor. Üstelik bunu yaparken elindeki hikaye Samanyolu dizilerinden hallice olsa da kendisi iyi bir sinemacı olduğu için hissettirmemeye çalışıyor.

Aslı, bir süre önce doğum yapmış genç bir kadın. Eşiyle birlikte orta/üst sınıfların mekânı olduğunu anladığımız bir sitede oturuyor. Bir yandan çocuğuyla ilgileniyor ama öte yandan işine dönmek istiyor. Haliyle bu durum onda çeşitli gerilimlere neden oluyor, kocasıyla tartışmalar yaşanıyor. Semih Kaplanoğlu, kamerasını Aslı’dan ayırmadığı için onun etrafını sarıp sarmalayan gerçekliğin flu kaldığını söylemeden geçmeyelim. Peki, nedir bu gerçeklik? Misal, Aslı çocuğa kaynanasının bakmasını istemiyor (geleneksel aileden uzaklık!). Yemek olarak yapabildiği tek şey salata (iyi bir ev kadını olmama!). Bir an önce işine geri dönmek için çabalıyor (çocuğundan çok işini önemseyen anne!).

Peki, bu denklem içerisinde Aslı’yı çevreleyen unsurlar nasıl tanımlanıyor? Filmin temel sıkıntısı burada başlıyor. Çünkü tanımlanmıyor. Örneğin kaynanayı neden istemediğine dair bir bilgi edinemiyoruz. Dolayısıyla sadece kaynana olduğu için istenmiyor hissi kalıyor geride. Ya da işine dönme kaygısının, onca yıllık emeğinin heba olmaması için olabileceğinden, belki de çalışma hayatının anneler için ne kadar zor olduğunu biliyor olmasından kaynaklı olduğuna dair bir veri de yok. Haliyle geleneksel ailenin özellikle de kadınlar için ne kadar yıpratıcı olabileceği, bugünün azgın çalışma ortamının çocuk doğuran ve işe ara vermek zorunda kalan bir kadın için ne kadar zorlu olduğu gerçeğini göz ardı ettiğimizde elimizde Aslı’nın “modern kadın kaprisleri” dışında bir şey kalmıyor.

Öte yandan Semih Kaplanoğlu, bilerek ya da bilmeyerek kocayı bütün bu denklemin dışında tutmaya özen gösteriyor. Aslı’nın kocası arada bir hikayeye girip ‘makul’ gerekçelerle arıza çıkarıp gidiyor. “Annem çocuğa baksın”, “İşe birkaç ay geç git”, “O zaman gerekirse ben izin alıp çocuğa bakayım” sözleriyle inşa edilen babanın bu makuliyeti Aslı’yı daha da hedefe oturtuyor kuşku yok ki. Üstelik babanın çocukla ilgili sorumluluklar konusunda asgariyi aşmayan tutumuna dair eleştirel bir bakış olmadığı gibi, baba mis gibi yemekler yapmakta da mahir bir insan olarak resmediliyor! Kaplanoğlu, meseleyi ‘modern anne’ye odaklamakta o kadar ısrarcı ki aileyi görmek istemiyor. Çünkü baba, hikayenin içine hak ettiği bir biçimde girse belki o zaman ailenin ‘kutsal’ duvarlarında gedikler açmak, ister istemez buna dair bir şeyler söylemek zorunda kalınacak. Dolayısıyla babayı hikayenin merkezinden ne kadar uzak tutarsanız, anneyi o kadar çok hedefe koyarsınız.

Kaplanoğlu’nun ‘aile’ meselesinden kaçınması bununla da sınırlı değil. Çok belli ki, Aslı’nın çocuk sahibi olmak ama aynı anda hayatına da devam edebilmek ile kurduğu ilişki tek başına onun ‘hırsları’ üzerinden açıklanmasın diye ortaya “terk eden bir anne” figürü atılıyor. Aslı’nın küçükken annesi tarafından terk edilmiş olması (ne hikmetse o da ‘modern’ bir kadın tabii) ile yaşadıkları arasında bağ kurmamız isteniyor. Ancak, finale doğru bu meselenin bir hesaplaşma ve çözüme kavuşacağına dair beklenti, tuhaf bir romans sahnesiyle geçiştiriliyor. Yönetmen ya böyle bir hesaplaşmanın altından kalkamadığı için ya da bilerek sakındığı için diye düşünmeden edemiyor insan. Çünkü nihayetinde Aslı ile annesinin kapışmasının aileye ve tabii ki anneliğin kutsiyetinin parçalanmasına dair söyleyeceği çok şey olmalı.

Kaplanoğlu’nun çocuğunu ihmal eden, yemek yapamayan, kaynanaya gerekli kıymeti vermeyen modern anne gibi klişeler dışında da çarpıcı buluşları var. Örneğin Aslı’nın ‘Kemalist’ babasını ziyaret ettiği evde kamera ilk olarak rakı bardağına odaklanıyor. Aslı’nın annesi evi terk ettiği gibi, babası da kendini içkiyle avutan, 23 abonesi kalmış bir gazete çıkarmakta ısrar eden “Eski Türkiye!”.

Peki, Aslı’nın bütün bu çelişki ve açmazlarını belirginleştirmek için karşısına ne konuyor? Genç yaşta evlendirilmiş, yeni doğum yapmış, kocası askerde olduğu için kaynanasıyla birlikte oturan Gülnihal. Onun bebek bakıcısı olarak eve gelmesiyle Aslı’nın kendi gerçeğiyle hesaplaşmasının yolu açılmaya çalışılıyor. Sıkıntı, bir karakterin açmazlarını göstermek için başka bir karakteri karşısına çıkarmakta değil kuşkusuz. Sıkıntı, Gülnihal’in içinde bulunduğu durumun ‘normalleştirilmesi’. Aslında olması gereken gibi sunulması. Gülnihal’in yaşadığı hayatla barışıklığı, hem kendi hem de Aslı’nın çocuğu için yaptığı fedakârlıklar, askerdeki eşe, evdeki kaynanaya hürmette kusur etmemesinin ideal annelik gibi sunulması ya da bu duruma dair bir karşı bakış üretilmemesi sıkıntı. Kapitalist iş ilişkileri içinde çaresiz kalmış ve paralize olmuş bir kadının çaresizliğini, geleneksel aile yapısı içinde hapsolmuş başka bir kadının ‘iç huzurunda’ seyircinin gözüne sokma çabası. Filmin dönüp dolaşıp memleketin bekası için Aslı’nın daha fazla ‘ana’ olmasına bağlanması meselesine girmiyorum bile.

Semih Kaplanoğlu, içinde bulunduğumuz siyasal ikliminin sorumlularını gizlemeye çalışarak, kadınların çalışma yaşamı içindeki durumunu görmezden gelerek, geleneksel ailenin kadına biçtiği rolün üzerini örterek oklarını ‘modern’ bir kadına yöneltme kolaycılığına kaçıyor. Aslı’nın suretinde bütün kadınlara asli görevlerinin ‘analık’ olduğunu dayatan siyasi dilin tebliğciliğine soyunuyor bu sefer.

YÖNETMEN: Semih Kaplanoğlu

OYUNCULAR: Kübra Kip, Ece Yüksel, Umut Kurt, Jale Arıkan

YAPIM: 2019 Türkiye

SÜRE: 135 dk.