YAZARLAR

Yıldızların ışıltısı değil karanlığı

‘Ad Astra’, finalindeki eksikliğe rağmen kaçırılmaması gereken, uzayı konu alan filmler arasında yeni bir ‘ufuk’ açan, en azından ayrı bir yere geçen, çok özel bir yönetmenlik ve oyunculuklar barındıran önemli bir film. Açıkça James Gray gibi bir isimden de daha aşağısını beklemezdik’!

James Gray’in son filmi ‘Yıldızlara Doğru’ hem işlediği ‘uzay yolculuğu’ teması açısından, hem de konunun merkezine, bu kez vazgeçilmez oyuncusu Joaquin Phoenix’i ve onun ‘iç şeytanlarını’ taşıması açısından, yönetmenin daha önce çektiği sağlam, polisiye dramlardan ayrılıyor. Gray, her ne kadar ‘baba-oğul ilişkisi’ ve ‘geçmişten gelen acılar’ gibi sevdiği konuları bırakmasa da, son filmi, geleceğin dünyasında yer alan, güzel bir esrar perdesiyle başlayıp heyecanlı bir olay örgüsüyle devam eden ancak finalinde basit ve seyircinin beklentilerini pek karşılamayan sönük bir bilimkurgu/dram yapımı gibi duruyor.

Yakın bir gelecekte (tam tarihini asla bilemiyoruz) insanlık Mars dahil bir çok gezegene ulaşmayı başarmış, hatta bunların bazılarında koloniler kurmuş, evrendeki diğer yaşam biçimlerini keşfetmeye devam etmektedir. Daha çok ‘Spacecom’ adındaki bir birim tarafından finanse edilen bu keşifler, Amerikalıların efsane olmuş astronotu Clifford McBride’ın gittiği bir yıldızdan gelen radyasyon patlamasıyla sarsılır. Şirket hem ulaşamadıkları astronotlarını bulmak hem de onun dünyaya zarar verebilecek çalışmalarını durdurmak için, astronotun oğlu Roy McBride’ı görevlendirir. Ancak bu yolculuk, tehlikelerle dolu uzayın en karanlık köşelerinden geçen ve sonucu belli olmayan bir uzay yolculuğu olacaktır. 

DEĞİŞİK BİR TÜR ‘ALBAY KURTZ’!

James Gray sinemasının ‘alametifarikalarından’ biri kuşkusuz, filmlerinde çizdiği ‘gri’ karakterler ve onların kurduğu ‘çarpık’ ilişkilerdir. Burada, olayın merkezini, filmin iki ana karakteri (yine!) baba-oğul olan iki astronotun karşılaşması, daha doğrusu ‘yüz yüze gelmesi’ oluşturuyor. Oğul Roy McBride, mantıklı davranan, duygularını genelde içine atan ve babasıyla olan ‘kopuk’ ilişkisini kabullenmiş bir portre çizse de, babasının filmin başlarında gördüğümüz kısa ‘ekran’ görüntülerinde, çok daha ‘tutkulu’, dışa açık, içgüdüsel hareket eden ve belki de bu yüzden çok daha ‘tehlikeli’ bir karakter olduğunu anlıyoruz. 

Aslında Clifford McBride’ın tehlikeli yanı bizce ‘Apocalypse Now’ filminin ‘ikon’ olmuş karakteri ‘Albay Kurtz’la olan benzerliklerinden geliyor. İki karakter de işlerinde en iyilerinden biri… Albay Kurtz Vietnam Savaşı'nda büyük başarılar kazanmış, en fazla madalya sahibi ve en fazla saygı duyulan komutanlardan… Cifford Mc Bride da efsane olmuş, en uzak gezegenlere gitmiş, sayısız ödül kazanmış, herkesin tanıdığı bir figür. Bu iki karakter de, belli bir süre sonra, bir şekilde kendilerini destekleyen hatta onların ‘o kişi!’ olmasını sağlayan kişilere sırtlarını çeviriyorlar. Albay Kurtz adeta Amerikan ordusuna yani ‘kendininkilere’ ihanet edip, karşı tarafa, Vietkong’luların yanına geçiyor. Clifford ise o derece ‘sert’ bir şekilde ihanet etmese de, kendisini oraya gönderen devlete karşı çıkıp, bütün ekibini karşısına almak pahasına, görevini ‘kötüye’ kullanıyor, görevinin tamamen dışına çıkıyor. Kendisinde ‘saplantılı’ bir hale gelmiş merakı yüzünden, en gaddarca eylemleri bile yapmaktan sakınmıyor. 

KARAKTERİN TAŞIDIĞI ‘YÜKLER’!

James Gray’in yönetmenlik imzasını attığını gösteren bir işaret de, Roy karakterinin nasıl çizildiğini gördüğümüzde belirginleşiyor. Gray hatırlanacağı üzere asıl karakterine sürekli ‘taşıması gereken’ sorunlar, pişmanlıklar, suçluluklar ve travmalar yükler, başka bir deyişle onları asla ‘rahat’ bırakmaz. Karakterler ya aileleri içinde yerlerini bulamazlar ya da zaten aileleri yoktur. Ana karakterler genelde hem fiziksel hem de duygusal açıdan ‘öksüz’ gibi dururlar. 

‘Ad Astra’da Roy karakteri de bu portrenin dışına çıkmıyor. İçinde, başta sevdiği kadına karşı olmak üzere pişmanlıklar var. Babası herkes tarafından takdir edildiği halde, kendisi ve ailesine karşı hep mesafeli olmuş hatta onları ‘boş vermiş!’, kendisi de babasıyla aynı mesleği seçtiği halde onunla hiçbir zaman bir bağ kuramamış. Bütün bu özellikleri film ilerledikçe anlıyoruz çünkü ne Roy karakteri içinde sakladıklarını kolayca dile getiren bir karakter ne de içinde bulunduğu kurum ve karşılaştığı bürokratik engeller, onun babasının merkezinde olduğu esrarlı olayı tamamen kavramasına izin veriyor. Ana karakter de film gibi ilerledikçe açılıyor, nasıl filmdeki, esrar perdesi aralanıyorsa, o da içinde tuttuğu şeyleri yavaş yavaş, değişik kişilere karşı dile getiriyor. 

DÜNYAYI KURTARMAYA ÇALIŞMIYORUZ!

Yönetmenin bu sefer bir bilimkurgu filmi türüne geçme nedeninin, klasik bilimkurgulardan daha değişik bir örnek sunmak istemesinden kaynaklandığını düşünüyoruz. Gray’in filmini daha ‘varoluşçu’ veya ‘metafizik’ bir film olarak nitelendirebiliriz. Yönetmen ne bize ‘Armageddon’daki gibi dünyayı kurtaran kahramanlardan bahsediyor ne de ‘War of the Worlds’ daki gibi bir uzaylı istilasını gösteriyor. 

Bütün bunlara karşın filmini felsefi konuşmalara boğmuyor. Başta Roy olmak üzere karakterler konuşmak yerine daha çok susmayı tercih ediyorlar ancak akıllarından geçenleri genelde gayet açık bir şekilde kavrıyoruz. 

Üstelik filmin birçok sekansında ‘geleceğin dünyasına’ uygun bir şekilde yaratılmış tehditler de var. Gerek ayın karanlık yüzündeki korsanların takibi gerekse de terk edilmiş bir uzay gemisindeki hayvan saldırısı sekansları, filmin karanlık atmosferine uygun bir şekilde seyirciyi etkiliyor, diken üstünde tutuyor. 

Bütün bunların yanında filmde (sürprizleri bozmamak için detayına giremeyeceğimiz) bir devlet eleştirisi de var. İster dünyada, isterse de uzayın en uzak köşesinde olsun, devlet ününü lekelememek, itibarını zedelememek için gerektiğinde çok ciddi suçları, en acımasız olayları bile örtbas etmekten geri kalmıyor. Her şeyi ‘aile içinde’ halletmek istiyor, hatta bazen ‘gerçek aile’yi dışarıda tutmak pahasına… 

FİLMİN FİNALİ YAKIŞMIYOR!

Bu başarılı filmin finali bizi, biraz olumsuz anlamda, şaşırtıyor. ‘Ad Astra’daki olaylar ilerledikçe, ve ana karakter Roy, diğer ana karakteri olan babasına yaklaştıkça, yüzleşmelerinin filmin ‘zirve’ noktalarından birini yaşatacağını, karakterlerin inanılmaz derinliğe ulaşacağını ve bu bir tür uzaydaki ‘cehennemi gidişin’ filmi layığıyla taçlandırmasını bekliyorduk. Bu beklentilerimiz yerle yeksan olmasa da tam anlamıyla karşılığını bulamıyor. Filmdeki ‘baba-oğul’ yüzleşmesi belki filmin havasına belli ölçülerde uyuyor ve genel yapıyı zedelemiyor ancak sonrasında yaşanan olaylar ve konuşmalar beklendik ve basit bir şekilde bağlanıyor. Bizce filmin türünde çok önemli bir yere gelmesi için daha sağlam bir finale ihtiyaç vardı. 

Brad Pitt, Roy McBride karakterinde kararlı, cesur, mantıklı ve idealist biri gibi görünen ancak sürekli psikolojik rahatsızlar, kırılganlık ve duygusal eksikler taşıyan etkileyici, katmanlı, çok üst düzey ve adeta filmi tümüyle kaplayan bir portre çiziyor. Onun karşısında usta oyuncu Tommy Lee Jones, çok daha az görünmesine karşın, kendisini filmin her karesinde ‘hissettirip’ çok sağlam bir denge noktası oluşturuyor. Sanırız hem filmden hem de bu performanslardan ‘Oscar’ ödül töreninde sıkça bahsedeceğiz!

Sonuç olarak ‘Ad Astra’, finalindeki eksikliğe rağmen kaçırılmaması gereken, uzayı konu alan filmler arasında yeni bir ‘ufuk’ açan, en azından ayrı bir yere geçen, çok özel bir yönetmenlik ve oyunculuklar barındıran önemli bir film. Açıkça James Gray gibi bir isimden de daha aşağısını beklemezdik’!

Yönetmen: James Gray

Oyuncular: Brad Pitt, Tommy Lee Jones, Ruth Negga, Liv Tyler, Donald Sutherland, Jamie Kennedy, Kimberly Elise, Ravi Kapoor…

Ülke: ABD


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .