Demokrasiyle birlikte eriyen devlet!
Bir yandan eriyen ve devlet olma vasfını yitiren bir devlet, diğer yandan o erimeyi takip eden kaçınılmaz anti-demokratik uygulamalar ve nihayetinde o anti-demokratik uygulamaların “olağanlaştırılabilmesi” için zorunlu olan, “anti-hukuk.” Egemen Bağış’ın büyükelçi atanmasının da, “Pelikan” saçmalıklarının da bu “erime” halinin çarpıcı örnekleri olduğu kanısındayım.
Geçen hafta Bahadır Özgür’ün güzel yazısından (Çeteler parlıyor: Devletteki yeni cerahat) hareketle, geçmiş kötülüklerle bugün yaşadıklarımız arasındaki farklara ilişkin bazı sorular sormuştum. 1990’lardan zamanımıza ne değişti? Bir kuşak önce Susurluk’ta ortaya dökülen “sırlar” ile günümüzün “sır olmayan” fotoğrafları arasındaki fark nedir? Ağar’dan Soylu’ya gerileyen devlet idaresinde bir kesimin sık başvurduğu “derin devlet” analizi bugün ve her zaman geçerli mi?
Bahadır Özgür, siyasetçilerin, bürokrat ve şarkıcıların yer altından karakterlerle pozlar verdiği bir fotoğraftan hareket etmişti. Zamanında “sızdırılan,” oysa bugün pozların “güle oynaya” verildiği fotoğraflar. Özgür, analizinin temeline suçun toplumsal kökenlerine eğilen Durkheim’ın “İntihar” adlı eserini yerleştirmişti. Şu sözlerle:
“Durkheim’ın ortaya attığı kilit kavram ‘anomi’; toplumsal yaşamda uzlaşılan davranışların açık ölçülerinin belirsizleştiği durumları ifade eder. Kuralların yitirilmesiyle sistem zamanla ‘normsuzluk’ durumuna doğru evrilir. Bunun merkezinde karmaşık toplumsal yapının en büyük iştirakçisi olarak devlet bulunur. Devletin kendisi kuralsızlığı ‘norm’ kabul ettiğinde, toplumda da kuralsızlık normalleşir. Her ne kadar ‘ahlaki düzene’ ağırlık verse de Durkheim, bize bir kapı aralıyor: Suçu okurken aynı zamanda iktisadi ve siyasi sistemi de okumak elzemdir.”
Özgür’ün yaklaşımı ve hatırlatmaları, hem toplumsal-siyasal olanın, hem de bir örgütlenme biçimi olarak devletin dönüşümü hakkında düşünmeye sevk ediyor. Her gün bir yerlerde tanık olduğumuz, işitip okuduğumuz sıradan insanın şiddetiyle, kaba sabalığıyla, “duyarlılık” makyajlı ilkel linç girişimleriyle, taciz ve tecavüz haberleriyle; siyasi çıkmazlar, faşizan uygulamalar, yolsuzluk ve ihale düzeni arasında bir bağ var kuşkusuz. Fecaatin bir ucunda feşmekan firmasına verilen köprü ihalesi varsa, diğer ucunda sokak köşesinde bekleyen kabadayı değnekçi duruyor. Tabii yeni rejimin hukuk kabulü ve uygulaması, çubuğun iki tarafındakini de rahat ettirmeye, kaygılandırmamaya yönelik.
Bunlar afaki değerlendirmeler değil. Bahadır Özgür, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün raporlarına dayanarak hazırlanmış grafiklere yer vermiş yazısında. Buna göre, vergi kaçakçılığı, nitelikli dolandırıcılık, tefecilik, akaryakıt, emtia, tarihi eser ve içki kaçakçılığı kalemlerinin tümünde, yıllar itibarıyla dikkat çekici bir biçimde artış var. Yine aynı yıllara bakıldığında, belediyelerdeki yolsuzluk operasyonlarının çarpıcı şekilde azaldığı görülüyor. Allah’ın bir hikmeti olsa gerek!
Özgür, yazısını şöyle bitirmiş:
“Durkheim, kriz durumunu anlatırken başından sonuna dek asıl sağlam zemini nerede bulacağımızı bilmeden toplumda bir hırsın yükseldiğinden, hararetli imgelemlerin tasavvuruyla kıyaslandığında, gerçekliğin değersiz görülmeye başlandığından ve nihayetinde gerçeklikten vazgeçildiğinden bahsetmişti. Bu intihardı. Bugün itibarsız suçluların 19 yıl sonra mutenalaşması, devlette biriken yeni cerahatin göstergesidir. Şurada burada sokağa saçılan bu cerahat, eninde sonunda iğrenç şekilde patlayıp yürürlükteki normalin intiharına yol açacaktır. Tarih toplumların intiharını yazmadığına göre…”
Hırsın yükselmesi, gerçekliğin değersiz görülmeye başlanması ve bir süre sonra gerçeklikten vazgeçilmesi, suçluların itibar sahibi oluşu... Toplumun intiharı!
Geçen hafta, Özgür’ün satırlarının bana ilk anda hatırlattığı bir iki yazı ve yazarı anmıştım. Bunlardan biri, Sebastian Haffner’in “Bir Alman’ın Hatıraları” adlı kitabının özellikle bir bölümüydü. 1914-1933 tarihleri arasında çocukluk ve gençliğini yaşayan Haffner’in, tanıklığını anlattığı eserin bir yerinde 1920’lerdeki ekonomik kriz, inanılması güç boyutlardaki krizin atlatılması ve sonrasındaki birkaç yıl betimleniyor. Haffner’e göre, herkesin her türlü çılgınlığa, her kurtarıcıya-lidere hazır olduğu, toplumsal değerlerin dağıldığı, anormalliklerin sıradanlaştığı, tutunacak bir ahlakın kalmadığı bir dönem bu.
Krizlerin, uzun dönem süren çalkantıların, hiç dinmeyen şiddetli baş ağrılarının, kitleler üzerinde sarsıcı etkileri olmaması mümkün mü? Değil tabii.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşu süren bir devlet. Henüz kuruluyor ve ilk aşamada üzeri örtülen sorunlar bugün çözülmeye çalışılıyor. Belki de on yıllar sonrasından bakıldığında, I. Dünya Savaşı’nın dahi “aslında” 21'inci yüzyılda sona erdiği görülecek. Cumhuriyet, bir yandan büyük atılım ve başarıların, diğer yandan bitip tükenmeyen insani, toplumsal, kültürel travmaların tarihi. Yüzüncü yıldönümüne yaklaştığımız Cumhuriyet rejiminin son 18 yılı ise, siyasal İslamcıların “tek başına” iktidarıyla geçti ve bunca yılda siyasal kriz yaşanmayan üst üste iki yıl dahi yok. Ara vermeyen bir çatışma, çekişme, yeni ve eski Türkiye aktörlerinin/değerlerinin dinmeyen kapışması. Arada kalmış “halk,” sıradan insanlar. Daha doğrusu “sıradan kalmaya” çabalayan insanlar.
Özellikle “Gezi” olaylarından bugüne, altı yılı aşkın bir süredir “olağan” tek bir gün geçirmeyen ve yetmezmiş gibi son yıllarında ağır ekonomik sorunlar altında nefes almaya çalışan milyonlarca yurttaşın “sağlıklı” kalabilmesi mümkün değil. Bir yandan dünyadaki çılgınlığın doğal parçası, diğer yandan kendimize özgü anormalliklerin oyuncusu ve gözlemcisi olmak hakikaten ağır bir durum. Yaşadığımız, hikâyesinin sonuna varan kapitalizmin, siyasal İslam soslu Türkiye özel gösterimi, gibi bir durum.
İnsan ruh halinin her türlü çılgınlığa teşne olduğu, değerlerin tersyüz edildiği, gerçeğin önemini yitirdiği, Bahadır Özgür’ün ifadesiyle “bir süre sonra gerçeklikten vazgeçildiği” böylesi ürkütücü koşullarda, Türkiye’ye özgü olan, “rejim” değiştirmeyi hedefleyen siyasal İslamcı iktidarın varlığı.
Tam burada, Şubat 2015’te Birgün’le söyleşi yapan, Marksist düşünce insanı ve emekli anayasa hocası Cem Eroğul’un cümlelerine başvurmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Uzunca bir alıntıyla:
“Türkiye’de ilginç bir döneme girdik, demokrasiyle birlikte devlet de eritiliyor. Tabii ki bütün sınıflı devletlerde devlet egemen sınıfın aracıdır, ama sadece öyle değildir. Başka yönleri de vardır. Mesela devlet, ezilenlerin bir noktanın ötesinde ezilmesini engellemekle de yükümlüdür. Çünkü yarını ve kendini düşünmek zorundadır; yani meşruiyet yaratmak zorundadır. Bütün bunlar son birkaç yıldır kaybolmakta. Bu çok ilginç bir şey. Türkiye’de yönetici katmanlar, iktidardan ayrı bir güç olan devlet olgusunu gitgide ortadan kaldırmakta ya da eritmekte. Cumhuriyet devletinin en temel kurumları, kanun filan da çıkarılmadan, bir gecede yok edildi. Mesela kanun hükmünde kararnameyle Maliye Bakanlığı Teftiş Kurulu kaldırıldı. Akıl almaz bir şey! Teftiş Kurulu, tüm bürokrasinin belkemiğiydi. Kaldırılıverdi! Devlet bürokrasisinin hiçbir sürekliliği kalmadı. En önemli darbe de yargıya vuruldu. Yargı, iktidardan bağımsız olma niteliğini tamamen yitirdi. Dolayısıyla alışılmış devletlerde gördüğümüz tablo, Türkiye’de artık yok. İktidardan ayrı, gerektiğinde iktidarı da frenleyebilecek bir devlet gücü kalmadı Türkiye’de.”
Hoca’nın söyleşisinin üzerinden dört yıl geçti ve o gün söyledikleri bugün daha da belirgin ve geçerli. Hakikaten, Maliye Teftiş Kurulu gibi, 1879 yılında kurulmuş ve bürokrasinin gözbebeği olan bir kurumun KHK ile lağvedilmesi, 2011’de, yani henüz siyasal İslamcılar’ın hacetinde boncuk arandığı dönemde bir iki kişi dışında hiç kimsenin ilgi alanına girmemişti. Oysa, akıl almaz bir durumdu ve yakın geleceğin habercisiydi.
Ve geldik, Ali Duran Topuz’un kullandığı “anti-hukuk” kavramına!
Eskisinden farklı olan bir sonuç, “anti-hukuk.” Yeni rejimin en belirgin alametlerinden. Hukuk aykırılıktan farklı olarak, giderilemez bir yeni “hukuksal” durum. Topuz, 4 Kasım 2018’de “Anti-hukuk günlerinde yeni yargı” başlıklı yazısında şunları yazmıştı:
“Siyasetin yargıya havalesi, yeni Türkiye’nin öncelikli metodik tercihlerinden biridir. Akademisyenlerin yargılanmasının ‘siyasi’ olmasının anlamı budur, çatışma yolu yerine ‘uzlaşma’ yolunun seçilmesini istemeleri cezalandırılmakta, yani siyasetin ilgası yürürlükte tutulmaktadır. Siyaset ilga edilirken yargıya biçilen görev, siyasetin boğulmasıdır. Bu hukukla olamayacağı için anti-hukuk öne çıkıyor. Çünkü siyasetin yargıya havalesi, sadece hukukun karşıtıyla imhası anlamına gelmiyor, siyasetin demokratikleşmesinin de imhası anlamına geliyor. Antidemokratik bir işlemin olağan sonucudur anti-hukuk. Hülasa, yargıçlar, ağızlarından söz kaçırmıyor, kuralları insani hatalarla atlamıyor, prosedürleri sehven ters çevirmiyor; anti-demokratik çağın gereği olarak ihtiyaç duyulan anti-hukuk macerasında yeteneklerini konuşturuyor.”
Önceki dönemlerden önemli bir fark bu. Ele geçirilen bir “bürokrasi” ya da “yargı” değil yalnızca söz konusu olan. Bir yandan eriyen ve devlet olma vasfını yitiren bir devlet, diğer yandan o erimeyi takip eden kaçınılmaz anti-demokratik uygulamalar ve nihayetinde o anti-demokratik uygulamaların “olağanlaştırılabilmesi” için zorunlu olan, “anti-hukuk.” Kişisel olarak, Egemen Bağış’ın büyükelçi atanmasının da, “Pelikan” saçmalıklarının da bu “erime” halinin çarpıcı örnekleri olduğu kanısındayım. Artık her şey olabilir ve o her şey herkesin gözünün önünde olabilir!
Sonuç? Yasadışılığın, normalleşmesi, hukuk dışılığın “norm” haline gelişi.
Hem hukuk, hem devlet hem de toplum, hazırlandı bu manzaraya. Herkesin “hazır” olduğu ilişkileri saklamanın bir anlamı var mı? Yok ve bu yüzden hiçbir yasadışılığı örtme gereği duyulmuyor. Devleti devlet yapan yöntemlerden biri olan “sır” gereksizleşti. Dolayısıyla hâlâ azalarak da olsa popülerliğini koruyan “derin devlet” analizleri de anlamını yitiriyor sanırım. Daha önce ne ölçüde anlamlıydı bilemiyorum doğrusu, ancak bugün aynı kavrama başvurmanın iyiden iyiye sorunlu olduğunu düşünüyorum.
Derseniz ki, bir de iyi yanından bakalım...
Yalnızca bu sınırlı bağlamda ve hemen yukarıdaki paragrafla ilişkili olarak, şu söylenebilir belki: Bilişim devriminin sunduğu olağanüstü olanaklar, artık istense de “sırrı” imkansız hale getirdi ve getirecek gibi. Birinin saklaması için gerekli imkanları sağlarken, diğerinin öğrenmesi için fırsat tanıyor. Herhangi bir “derin” ilişkiye izin vermiyor. En derin devletlerin en berbat sırları, minicik bir “çubuk” aracılığıyla dünyaya yayılabiliyor.
Ezcümle, her şey, her yerde, aynı anda oluyor. Çok canlı, çok karmaşık ve çok yorucu. Eski ile yeni arasında, siyasal mücadeleyi ve olası sonuçlarını belirleyecek, üzerinde kafa yormamız gereken farklar var. “Her şey hep aynı değil” ve olmayacak!
Bir kutlama notu: Bir kadın hâkim, Kıvanç Tatlıtuğ ile fotoğraf çektirip kişisel hesabında paylaşmış. Bana kalırsa Türkiye yargısının son yıllarda takdir edilmesi ve anlayış gösterilmesi gereken tek olumlu eylemi budur. Çok güzel adam Allah için, ben de olsam çektirirdim. Kadın hâkimi kutluyorum.
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI