YAZARLAR

'İyi de kardeşim reytingi veren sensin' mi?

İnsan “hadi güzel bir hikaye anlatalım,” diye yola çıkabilir. Burada kastedilen çiçek, böcek, pembik mahalle tasvirleri olmak zorunda değil. Karanlığın ve cehennemin içinde güzellik, umut yeşertecek alanlar açabilir TV dizileri. Dünyayı değiştirmezler ama her gün içlerine sızdıkları hayatlara başka dünyaların mümkün olduğunu, güzel yanından da gösterebilirler.

Bu hafta Filiz Gazi’nin iki erkek senaristle TV dizilerindeki şiddeti konuştuğu mini bir yazı dizisi yayınlandı Duvar’da.

Filiz Gazi toplumda artan şiddet olaylarıyla TV dizilerinin içeriği arasında bir paralellik olup olmadığını, dizilerde toplumsal cinsiyet örüntülerinin nasıl kurulduğunu, kadın-erkek karakterler yaratılır ve şiddet sahneleri üretilirken senaristlerin nelere dikkat ettiğini sorgulamış. İlk röportaj son dönemin sevilen dizilerinden Çukur’un senaristi Gökhan Horzum’la, ikincisi de yine ‘şiddetle sevilen’ dizilerden Sen Anlat Karadeniz’in senaristi Erkan Birgören’le yapılmış.

Senaristler genel olarak yaptıkları işi savunur mahiyette konuşmuşlar ki bunun anlaşılır tarafı var. Bin değişkenli, çok zorlu bir iş olan dizi senaristliğinde memnuniyetlerin müesseseye, şikayetlerin senariste akması durumu çok yaygındır bizde. Bu nedenle senaryo eğitmenlerinden menejarlere sık sık “gereğinde defansif ol” öğüdü işitilir. Herkes senaristin işini ondan iyi bilir. Reklamından reytingine, dizi sürelerine dek bir yığın zorlu etken bu ticariliğine karşılık son derece yaratıcı faaliyeti hayli kollektif ve sancılı hale getirir.

Çukur dizisi.

Diziler uzun uzun planlanamayıp ilk bölümlerden sonra göç kervanı gayet etkileşimli biçimde göç yolunda düzüldüğünden, yetiştirme telaşıyla beraber yaratıcılığa ayrılan zaman daraldıkça daralır. En çok işi yetiştirmek ve izleyiciyi devamlı olarak ekran başında tutmak açısından yaratıcı olmanız beklenir. Dizinin bütününü bir arada tutan hava ve estetikten çok, bölüm reytinglerinin düşmemesine yoğunlaşılır. Bu nedenle de sık sık dengeler bozulur, çatışma malzemesi erkenden harcanır ve yerine pek doğru bir şey de konamaz, ana karakterin çatışması tükendiğinde sevilen yan karakter ve olaylara yüklenilir. Günümüzde bir yerli dizi aşağı yukarı 12-13 bölümde vaadinin bir hayli dışına taşmıştır ama seyirciyi okşayan bazı niteliklere ve duygusal açıdan da bağlayıcı bir tempoya sahipse, bir süre hayatını devam ettirebilir. Sıkıcılık, temposuzluk seyirci açısından yenilir yutulur, affedilebilir bir şey değil artık.

Bu kadar uzun dizi süreleriyle, tempoda salt duygulara, hele de iyicil olanlara bel bağlamak iyice zorlaşmıştır evet. İzleyici gerçekten izlemek istediğini söylediği şeyleri pek izlemiyor. Göl kenarında dinlenmeye gider gibi, huzur bulmak amacıyla izlemiyor mesela diziyi. Kendi dertlerini unutturacak kadar büyük dert ve çalkantılara düşmek için, “beterin beteri var bak görüyor musun” röntgenciliğiyle izliyor. Aşk konusundaysa “hayallerdeki, yaşanamayan aşk”ı izleme arzusu sürüyor bir yandan. Bu meseleyi 35’lerinde anne baba cast'ına alınsalar da birbirinden güzel, alımlı, fit, çokça erkenden estetikli oyuncuların kullanımı çözüyor. Ekrandan en çok fışkıran şey testesteron ve doğallı- yapaylı güzellik. Aşk örgüsü romantik komedilerden erkek dizilerine bir “bize de çıkabilir,” mottosu etrafında kuruluyor. Eli yüzü düzgün, kendince biraz çılgın kentli kızdan kendi halindeki köy güzeline, holding sekreterinden (o kadar sık olmasa da) iki çocuklu bahtsız anneye, her güzelin bahtına bir Alfa er düşebilir. Aşk her şeyi halleder ondan sonra, kadının bu türlü savaşla gelen yeni hayata sıkı sıkıya tutunmaktan başka da fazlaca bir şey yapmasına gerek kalmaz.

Sen Anlat Karadeniz dizisi.

Televizyon dizilerinin de, ticari sinemanın da yaptığı, bir ölçüde budur doğal olarak. İçine yerleştiği kalıpları zaman zaman kırma, bin yıllık öyküler içinden yeni nehirler açma potansiyeline de sahiptir ama. Sene olmuş 2019 iken bu devasa hayal imparatorluğunda en azından kadın karakterler, işlenen konular düzeyinde bir parça daha çeşitlilik, zenginlik, inandırıcılık bekliyor insan. Bu mümkün ve burada senaristin, kanalın, yapımcının elini kolunu bağlayan tek şey de “ama bunu istiyorlar” değil. Oluyor işte, Mucize Doktor gibi daha farklı, incelikli bir iş çıkıyor

Ekranları bangır bangır inleten şiddet meselesi ve bahsi geçen dizilerle pompalanan erkeklik, kadınlık hallerinin genel yozlaşma ve karanlığa bir ölçüde su taşıdığı kesin. Hala temel besinini yüzde 80 oranında TV’den alan bir toplumda, nasıl olmaz ki? Elbette her silah gördüğünde etrafa ateş açmaya, bir yerleri bombalamaya kalkmıyor. Ama son derece ataerkil bir örüntüyle kurulmuş bu karanlık dünyalarda erkin kimin ve neyin elinde olduğuna, bunun değiştirilemezliğine ilişkin sağlam bir kanı ediniyor. Sırf kızlar değil, erkek çocukları da kadınların onlara iyi davranmayan, kolundan tutup sürükleyen, bir yerlere kapatan, “yeri geldi” mi canını yakan erkekleri daha cazip bulduğu gibi bir safsatayla yetişiyor sözgelimi.

Ayda onlarca kadının erkekler tarafından öldürüldüğü bir ülkede dizilerin hayal sattığı, doğrudan bir sorumluluğa sahip olmadıkları, halkın bunu istediği lafları yeterli olmuyor. Bu işleri üretenlerin reytingin şehvetinden biraz sıyrılıp neyi niye yaptıklarına kafa yorarak, görece dezavantajlı toplum kesimlerini, kadınları, çocukları gözeterek de sıkı, tempolu, iyi hikayeler kurmaları mümkün. İş senaristlerle sınırlı değil tabii, yapımcıdan kanala uzanan geniş bir sorumluluk bilgisi lazım burada. Senarist haftada 120- 140 sayfa yetiştirip herkesi memnun ederken uykusundan, özel hayatından verip hayatta kalmaya çalışan biri, neticede.

Erkan Birgören

Durum böyleyken son dönemin çok izlenen dizilerinden ikisinin senaristlerinin söyledikleri bazı şeylerden rahatsızlık duymadan edemedim. Söylenenin kendisinden çok bir bakış, kabulleniş açısı ve belki de yer yer kendini dizi karakterleriyle özdeş kılan bir tür bıçkınlık. Erkan Birgören “dizilerde mafya var, şiddet var” sözlerini topluma ayna tuttukları, kendi çirkinlikleriyle karşılaşmak insanları rahatsız ediyorsa yapacak bir şey olmadığı sözleriyle karşılıyor. Bunların hayli cazip yanları da dahil oldukça kurmaca metinler olduğunu biliyoruz oysa. Germinal yazıp çekmiyorsun ki neticede. Şiddet sahnelerini ise insanların şiddetten hoşlanması biçiminde açıklıyor. Her hafta 140 dakikalık bir serüvende temponun hep daha daha fazlasını gerektirmesinin, uzun planlamaların da yokluğunda hikayeyi şiddet pornosuna çevirmesini pratik olarak anlıyorum. Ama bu çaresizliği güzellemeye de “istiyorlar, veriyoruz,” demeye de gerek yok. Bir de en zıddıyla kanıtlama çabası var ki evlere şenlik. Tek kanallı TRT’de Hikmet Şimşek’in Pazar konseri örneğini veriyor, “Eğer bu gerçekten televizyonda çalışan bir şey olsaydı şu an Fazıl Say açık hava statlarında konser veriyor olurdu,” diyor. Bu kadar basit değil ki ama.

Düşene güleriz, şiddet (her türlü aşırılık aslında) ilgimizi çeker. Ee? Bu en temel duyguları kaşımanın sattığını dramayla uğraşan herkes biliyor, yine de dünyada ve o kadar sık olmasa da ülkemizde toplumsal cinsiyet rollerinden şiddet içeriğine daha dengeli, insanca hayat tasavvurları sunan diziler de iyi yazılıp, çekilip oynandığında izlenebiliyor. Tutanı kader diye göstermek yok en azından senaristin sorumluluğunda.

Birgören söyleşisinde bir kısım var ki özellikle rahatsız etti. “Şöyle bir şey söyleyeyim. Seksist bulunabilir ama hiç önemli değil. Kadınlar banka hırsızına aşık olur ama banka müdürüyle evlenirler. Çünkü banka hırsızı aşk, macera vaat eder ama çocukların okul taksidini ödemeyi vaat etmez. Banka hırsızına aşık olmuş ama banka müdürüyle evlenmiş kadın çayını eline alıp, koltuğa oturduğu zaman ben orada banka hırsızını göstermek zorundayım ki günah işlemeden hazzını tatsın. Aldatma yok, risk sıfır. Adam hala kolejin faturalarını ödüyor. Orada da sıkıntı yok. Sadece diziler için değil televizyon duygu pornosu üzerinden var olur. Yani aslında hiç kimse 'Hadi güzel bir hikaye anlatalım' diye dizi yapmaz.”

Kadınların banka soyguncusuna aşık olup müdürüyle evlendikleri fantezisine mi gireyim, “kimse hadi güzel bir hikaye anlatalım diye dizi yapmaz”a mı… Serseriye aşık olup düzgün baba/iyi koca prototopiyle evlenmek gibi bir geleneksel ön kabul vardır kadınlara dair ama hemen hemen her şey o kadar değişti ki, hiç bakılmıyor mu etrafa? O kendi halinde banka müdürleri de çatır çatır şiddet uygulayan tipler olabiliyor. Pek çok kadının hayali artık iyi bir evlilik yapmaktan ibaret değil ayrıca. Banka soyguncusuna aşık olan ben zaten görmedim. Belli kalıplara oynamakta sorun yok ama bu muhafazakar kabulleri “bu budur işte tabee..” gibi dayatmakta sorun var.

Gökhan Horzum

Gökhan Horzum’sa röportajın bir yerinde "Kadına şiddetle ilgili bir şey yapmak istiyorum ama 'Yanlış mı anlaşılır, yanlış bir noktaya mı çarpar?' gibi şeyler düşünüyorum. (…) Nihayetinde ‘Girmeyeyim hiç oralara’ diyorum. Bu çok doğal. Beni otosansüre iten bir sürü başka şey var" deyip şöyle bir sahne örneği veriyor; “Geçen karakterlerden biri, bir kadına kürk alıyordu. Kadın da giyiyordu. Setten 'Hayvan hakları savunucuları buna büyük arıza çıkarırlar, kürk yapmayalım' diye aradılar. Kadının yalnızlığını anlatmak için kocasının yerine kürkü yatağa koymuştu. Ona sarılmıştı. Sonra kürkü monta çevirdim. Aksesuar olarak kullansaydım, çıkartılabilirdi ama öyle de değil. Sinirlendim falan. 'Buradan da mı gol yiyorum' diye…"

Femininistlerin olası tepkileri bir yanda dursun, sırf netameli işler, şimdi yanlış bir şey derim başıma iş açılır duygusuyla kadına şiddet konularına girmemeye çalışırken bu kürk meselesine dair “aşırı hassasiyetin” sahneyi bozmasına takmakta bir parça bencilce bir yan görmeden edemedim kendi adıma.

Erkan Birgören de Gökhan Horzum da işlerinde yetkin, iyi işler de ortaya koyan senaristler. Bu röportajlar içinde de deneyimden süzüp söyledikleri önemli sözler var. Ancak verili duruma bakışlarında görülen bu konfor ve ister istemez muhafazakarlığa varan eğilim insanı rahatsız ediyor. 'Elinde bunca insanı etkileyecek bir güç var. Bunu daha iyiye, güzele evirmek için azıcık olsun fazla çaba harcamaya değmez mi?' dedirtiyor. Bunun için de anlatı dünyalarının yer yer kokuşmuş cazibesinin getirdiği reytingi “Başta ne anlatmak istiyordum ki?” duygusundan ayırtan bir hikaye sevgisi ve ticari gereklere uygun da olsa daha büyük sorumluluk hissi gerekiyor galiba. O açıdan yukarıda alıntıladığım söze de katılmıyorum.

İnsan “hadi güzel bir hikaye anlatalım,” diye yola çıkabilir. Burada kastedilen çiçek, böcek, pembik mahalle tasvirleri olmak zorunda değil. Karanlığın ve cehennemin içinde güzellik, umut yeşertecek alanlar açabilir TV dizileri. Dünyayı değiştirmezler ama her gün içlerine sızdıkları hayatlara başka dünyaların mümkün olduğunu, güzel yanından da gösterebilirler.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.