Neden iki kadına 57 bıçak?!
Kadın cinayetlerinin artması bir yana öldürülme biçimleri de giderek vahşileşmeye başladı. Kadınlara karşı biriken bu hıncın sebebi nedir? Bunun üzerine düşünmek zorundayız.
Sabah gazete manşetlerine bakarken, birinde “İki kadına 57 bıçak!” diye bir haber gördüm. İzmir’de bir hastanede hemşire olan Fatma Tüfenkçi barışmayı reddedince eski eşi tarafından 30 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. Nevşehir’de Necmettin B. Tartıştığı karısını 27 kez bıçaklayıp öldürdü.
Bir davam geldi aklıma, Netice Taşdelen 29 yerinden meyve bıçağı ile bıçaklandıktan sonra balkondan aşağı atılarak intihar süsü verilmek suretiyle öldürülmüştü. Arkasından da bir intihar mektubu düzenlemişlerdi. İşin kötüsü adli tıp raporlarından birinde kadının kendi kendini 29 yerinden bıçaklayıp, kalkıp koridoru geçerek balkondan aşağı atlamasının “mümkün olduğu” belirtilmişti. Neyse ki heyet hassas çıktı –daha doğrusu hassa demeyelim de hukuku uygulayan diyelim- fail ağırlaştırılmış müebbet aldı.
Emine Bulut’u düşünün ve daha nicesini… Kadın cinayetlerinin artması bir yana öldürülme biçimleri de giderek vahşileşmeye başladı. Kadınlara karşı biriken bu hıncın sebebi nedir? Bunun üzerine düşünmek zorundayız.
Dünyanın türlü yerlerinden aktivistlerle konuştuğunuzda hemen hemen hepsinin aynı şeyleri söylediği görülüyor. Öncelikle hukuktaki eksikliklere ya da yasaları uygulamamaya vurgu yapıyorlar. Fakat son yıllarda siyaset vurgusu daha da artmış durumda. Zira dünya çapında bir kötüye gidiş var ve bunun sebebi yalnızca hukuk olamaz. Dünyada yükselen erkeklik krizini körükleyen konuşmalar yapan, kin ve nefrete tahrik eden, kadını aşağılayan politikalar ortaya atan başkanlar üremeye başladı.
Örneğin DW’nin bir haberinde aktivist Marta Lempart Polonya’daki durumu şöyle özetliyor: “Polonya'da sağcı muhafazakar hükümetle 2015 yılından bu yana kadınların durumu kötüleşiyor. Kürtaj yasal olmasına rağmen doktorlar, inançlarını gerekçe göstererek tıbbı müdahaleyi reddedebiliyor. Ertesi gün haplarına erişim yok ve gebeliği önleyici ilaçlara ulaşmak zor. Bir diğer konu aile içi şiddet. Mağdurlara yardım eden sivil toplum örgütlerinin finansman kaynakları devlet tarafından kesiliyor ve ofislerine polis tarafından baskın düzenleniyor.” Jerin Arifa ise ABD için şöyle diyor: “Amerikalı kadınlar şu an acı çekiyor. Bunun büyük bir nedeni cinsel saldırı hakkında övünen, LGBT'lerin sorunlarını önemsiz gören ve eğitim kurumlarına ayrımcılık karşıtı yasaları yok saymasını söyleyen bir başkanın görevde olması. Başkan Donald Trump ve diğer Cumhuriyetçilerin kadın haklarına yönelik saldırıları yılların birikimi olan feminist çalışmalara zarar veriyor.”
Dünyanın her yerinden kadınların buna benzer sayısız beyanları yükseliyor. O zaman burada durup bir düşünmemiz lazım. Hemen belirtmek gerekir ki dünyadan bahsetmemiz cinayetleri meşrulaştırmak değil, gidişatı dünyadan bağımsız düşünemeyeceğimiz içindir. Nitekim, nihayetinde kendi politikamız da dünyadan ayrı düşmektedir. Şöyle ki:
Güney Afrika’da artan kadın cinayetlerine büyük bir tepki var örneğin. Kadınların bu tepkisi üzerine Cumhurbaşkanı Cyril Ramaphosa, yasaları değiştirme sözü verdi ve bu konuya öncelik vereceğini, kadına yönelik şiddet vakalarına bakacak özel mahkemeler kurulacağını, kadın sığınma evleri açacaklarını belirtti. Türkiye’de muktedirlere sorsanız; Güney Afrika da neresiymiş, onlar da kim oluyormuş derler. Oysa kendileri İstanbul Sözleşmesi’ni dahi tartışmalı hale getirecek kadar kazanılmış haklarımıza göz dikmiş durumdalar. Dünya bu konuda bir şeyler yapmaya çalışıp ilerlerken biz elimizdekileri de kaybetme noktasına geldik. Kendi dönemlerinde yapılmış tüm olumlu düzenlemeler için pişmanlarmış gibi bir görüntü çiziyorlar ne yazık ki. Bunu biz değil, kendileri yapıyor.
Yahut Fransa’dan örnek verelim, bu eylül ayının başında Fransa’da 100 kadın cinayeti işlendi ve Eyfel Kulesi’nin altında kadınlar eylem yaptı. Macron bunun üzerine, kadın cinayetlerinin önüne geçmek için bir dizi önlem açıkladı. Konuya dikkat çekmek adına da kadına yönelik şiddet için oluşturulan acil yardım hattında kendisi konuştu. Macron da popülist olmakla suçlanan bir başkan; fakat en azından kadınlara düşmanca davranmıyor ve harekete geçip bir şeyler yapmaya çalışıyor.
Peki şimdi size soruyorum; Emine Bulut cinayetinden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan ne yaptı?
Hiçbir şey.
Biz boşu boşuna insanlara travma yaşatan bir video izlemiş olduk.
Keşke yalnızca hiçbir şey yapmasaydı; o daha da kötüsünü yaptı “Benim gönlüm idamdan yanadır” dedi.
Biz İstanbul Sözleşmesi uygulansın diye kendimizi paralarken, o dünyadaki en ilkel yöntemi tekrar getirmek için ortaya yem attı.
Ülke ve kadınlar adına kahredici bir durum.
İster istemez olan biteni bir paragrafla birbirine bağlama gereği duyuyorum:
İktidar, kendi bekasını kadınlar üzerinden sağlamaya çalışıyor. Uzun zaman önce bu yönde kendilerince istikrarlı bir program çizdiler. 2013 yılında TBMM’de kurulan boşanma komisyonu raporuyla da bu planı tasdikleyip sundular. Bu rapor kadınların nafaka hakkına, kadın beyanının esas olmasına, kadınların istihdamına yönelik var olan düzenlemeleri ortadan kaldıran/kısıtlayan bir dizi maddeden ibaretti. Hatta müftülük yasası, çocukların istismarcılarıyla evlenmesine yönelik taslak da hep bu raporda yer alan hususlardı. Kadınların nafaka hakkına göz dikilmişti çünkü kadının nafaka gibi ekonomik ve psikolojik güç veren bir avantaja sahip olmaması, erkeğe muhtaçlığı öngörülüyordu. Müftülük yasası ile evlilikler teşvik edilmeye çalışıldı. Kadının beyanı delil olmaktan çıkarılmak istendi, böylece 6284 Sayılı Yasa’nın ortadan kaldırılmasına zemin hazırlanmış olacaktı. Zaten akabinde de 6284 için “Yuva yıkan yasa” saldırıları başlatıldı; çünkü bu koruma ve uzaklaştırma kararları bu yasaya göre veriliyordu. Böylece kadınlar, kendilerini ve çocuklarını şiddet uygulayan kişiden uzak tutabiliyorlardı. Nitekim, müjde gibi verilen süt izni ve yarım gün sigortalı olmaya ilişkin yasalar da kadını iş yaşamından uzak tutmaya, eve kapatmaya yönelik yasalardı. Malum hiçbir işveren, yarım gün çalışma imkanına sahip bir işçiyi istihdam etmezdi. Çocuklar istismar edilse de faille evlenebilirdi örneğin. Bu durumda failin cezası affedilecekti. Çocukların aileler ve failler tarafından daha da çok baskıya maruz kalması önemli değildi, bir ömür öyle yaşar giderlerdi, sorun değildi. Nihayet (!) toplumsal cinsiyet eşitliği dersleri de okul programlarından kaldırılmaya başlandı, çünkü eşitliğin öğrenilmemesi gerekiyordu. Devleti eşitliği öğretmeye, şiddeti önleyici tedbirler almaya zorlayan ve iktidarın tüm bu planına, rapora aykırı talimatlar içeren yegane sözleşme ise İstanbul Sözleşmesi’ydi. Zaten 6284 Sayılı Kanun da bu sözleşmeden esinlenerek yapılmıştı. Bu sebeple İstanbul Sözleşmesi’ne saldırmak da zatı muhteremler için kaçınılmaz hale gelmişti.
Karşımızda “her şeye rağmen” kadının evinde durmasını isteyen ve çok çocuk doğurmasını bekleyen bir siyasi zihniyet vardı.
Erdoğan’ın 'en az üç çocuk', 'anne olmayan kadın yarımdır' söylemleri de işte bununla ilgilidir. Çok çocuk, “genç nüfus” demekti. E bunun neresi kötü, diyeceksiniz. Kötü; çünkü genç nüfus demek daha çok oy ve işgücü potansiyeline bağlı bir ekonomik büyüme, siyasi istikrar demek. Hoş o da muallak. Bir umut yani. Oysa ekonomiyi büyütmenin de iktidar bekasını sağlamanın da daha demokratik ve umutlu yolları vardır, nedense iktidar bu yolları değil başka yolları denemeyi tercih ediyordu ve biz şunu çok iyi görüyorduk: İyi niyetli değillerdi.
Böylece kadınlar üzerinden eril tahakküm güçlendirilmiş, tüm dünyada yükselmekte olan erkeklik krizi Türkiye’de de yatıştırılmış olacaktı.
Şimdi size tekrar soruyorum: Sizce iki kadına 57 bıçak darbesi yahut kadın cinayetlerinin bu kadar vahşileşmesi tesadüf mü?