YAZARLAR

Annelik: Siyaseten ihtilaflı bir alan

“Barışı anneler getirecek!” sloganını her haykırdığımızda, “Anneler artık ağlamasın!” çağrısını her yinelediğimizde aslında anne ile çocuk arasında olduğu düşünülen duygusallığın, sevginin ve mahremiyetin siyasetin bütününe yayılmasına olan özlemimizi dile getiriyor ve anneliğe duyduğumuz inancı bizlerle paylaşan bir muhataba seslendiğimizi varsayıyoruz.

Çatışma ve uzlaşmazlıkla belirlenmiş olan siyasi hayatımız, barış ve uzlaşma vaadiyle ilişkilendirilmiş bir annelik idealini bizler için çok cazip kılıyor. Bu idealin somut bir tezahürünü cezaevlerindeki insan hakları ihlallerine ve zorla kayıplara karşı verilen mücadelede öne çıkan annelerin imgesinde bulabiliyoruz. Söz konusu imgede, doğal ve evrensel olduğu için siyasi uzlaşmazlıkların dışında durabilen anneliğin birleştirici gücünün bir yansımasını görüyoruz. Oysa anneliğin farklı siyasal kullanım biçimlerine dair karşıt örneklerin varlığı, insanın sırf anne olduğu için böylesi bir güce sahip olabileceği düşüncesini tartışmalı hale getiriyor. Tartışmanın nasıl geliştiğine bağlı olarak taraflar değişse de analık hakkından hareketle ilerleyen her mücadele, aynı hakkın başka bir yönüne vurgu yapan karşıt bir güçle dengeleniyor. Bazen Barış Anneleri’nin karşısına şehit anneleri konuyor, bazen de Cumartesi Anneleri’nin karşısına Diyarbakır Anneleri çıkarılıyor. İki taraf arasındaki mesafeyiyse anneliğin ne olduğu ve annelik yapmak konusundaki görüş ayrılıklarından oluşmuş uzlaşmazlıklar dolduruyor. Böyle bakınca, anneliğin kendi başına bütünleştirici bir ideal olduğundan söz etmektense, annelik kimliğini siyasete katılmanın mümkün ve meşru bir yolu olarak tercih eden, barış ve özgürlük arzusundaki kadınların varlığından söz etmek daha doğruymuş gibi geliyor.

İnsanın ne olduğunu anlamak için onun ne yaptığına bakmamız gerektiği söylenir. “Yapmak” ile “olmak” arasında kurulan bu bağlantı, kendini hiçbir yerde annelik deneyiminde olduğundan daha net bir şekilde ortaya koyamaz. Aradaki bağlantıyı anneliğe dair o meşhur ikilemi dile getiren şu soruda da açık bir şekilde görebiliyoruz: Doğuran mı annedir, bakıp büyüten mi? Aslında doğurmak ve bakmak genel bir kural olarak çakışırlar. Ancak kadın ile çocuk arasında doğumla kurulan bağın bir şekilde kopması veya annelik görevlerinin ne ölçüde yerine getirildiğinin tartışmalı olması gibi durumlarda bu ikilem kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkar. Annelik yapmak, çocuğun korunması, beslenmesi ve yetiştirilmesiyle ilgili kültürel olarak tanımlanmış, toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş ve siyasal olarak yordamlanmış pratikler aracılığıyla icra edilen performansa gönderimde bulunur. Eğer anneliğin insanın yaparak kazandığı bir statü olduğu kabul ediyorsak, onu içeriği doğal olarak belirlenmiş ve evrensel olarak sabitlenmiş bir bağ olarak değil, tarihsel koşullara göre anlam kazanan ve toplumsal olarak değişken bir ilişki olarak görmemiz gerektiği de açıktır. Annelik ihtilaflı bir kavram olup, her özgül durumda yeniden düşünülmesi ve tasarlanması gereken bir idealdir.

Türkiye’de annelik geniş aileden çekirdek aileye veya karmaşık hane yapılarından basit hanelere doğru ilerleyen tarihin içindeki bir ayrıntı olarak ele alınır. Böyle bakıldığında annelik, evrensel olduğu düşünülen çekirdek ailenin içinde her hangi bir yer ve zamanda rastlayabileceğimiz sabit bir unsur olarak karşımıza çıkar. Ama dikkatimizi bir insanı anne olarak konumlandıran ilişkiler ağına yönelttiğimizde onun değişken doğasını daha açık bir şekilde görürüz. Bir annenin olduğu her yerde mutlaka bir çocuk bir de baba vardır; anneliğin ne olduğu da bu üçlü ilişki içinde belirlenir. Örneğin II. Meşrutiyet aydınları Türkiye’nin modernleşme sürecinin bir bileşeni olarak kadının rolünü sorunlaştırdığında, onu sadece ekonomik hayata dahil olacak bir üretici güç, emeğin yeniden üretimini mümkün kılacak sadık bir eş olarak değil, aynı zamanda da çocuk terbiyesi yoluyla yarının yurttaşlarını yetiştirecek bir anne olarak tahayyül etmişlerdi. Çocuk gelecektir ve yarını temsil eder düşüncesiyle, annelik toplumsal ilerlemenin motoru olarak üstleneceği rol üzerinden büyük bir tarihsel anlatının parçası haline getirilmişti. Tartışma içindeki taraflar, örneğin İslamcılar Batı’nın teknolojisini alırken kültürünü almamamız gerektiğini ileri sürdüğünde, büyük oranda kadının bir anne ve eş olarak aile içindeki statüsünün ne olması gerektiği konusundaki düşüncelerini kast ederek sürece katılmışlardı.

Bu örnekten de görüldüğü üzere, annelik daha en başından beri toplumsal uzlaşmazlıkların içinde hangi tarafta konumlandığınıza göre değişik anlamlar yüklenebilen bir statü. Bugünlerde anneliğe yüklediğimiz anlamların barış siyaseti, insan hakları ve kadın özgürlüğü mücadelesiyle ilgili taleplerin kesiştiği yerde birleşmesi anlamını bu bağlamda kazanmaktadır. Ülkemizin içinde bulunduğu siyasi atmosferi, yaşanan büyük acıları, düşmanlık ve hınç havasını dağıtır umuduyla tüm gözlerin annelere çevrilmiş olması bu bağlamda anlaşılır bir durum. Zira çocukluk çağında edindiğimiz kimi alışkanlıklar, o günlerin masumiyeti kadar hızlı yitip gitmiyor. Misal, çocukken kanayan yaralarımızın anne öpücüğüyle iyileşeceğine inanan masumiyetimiz, yani annelerin mucizevi gücüne duyulan güven ileri yaşlarda daha farklı biçimlerde ortaya çıkabiliyor. “Barışı anneler getirecek!” sloganını her haykırdığımızda, “Anneler artık ağlamasın!” çağrısını her yinelediğimizde aslında anne ile çocuk arasında olduğu düşünülen duygusallığın, sevginin ve mahremiyetin siyasetin bütününe yayılmasına olan özlemimizi dile getiriyor ve anneliğe duyduğumuz inancı bizlerle paylaşan bir muhataba seslendiğimizi varsayıyoruz. Bu yüzden bizleri bütünleştirecek bir güç olarak annelik taleplerine kulak verilmesini istiyor, ayrımsız olarak tüm anneleri siyasal çatışmaların üstünde tuttuğumuzu vurguluyoruz. Belki de bu yolla, Türkiye’nin dirhem dirhem erimiş vicdanını tekrar kazanabileceğine, santim santim parçalanmış insanlığını annelerin gücüyle yeniden bir bütün haline getirebileceğine olan umudumuzu ifade ediyoruz.

Halbuki bizi insanlık değerleriyle birleştireceği inancıyla ileri sürdüğümüz bu annelik ideali, iktidar blokunun annelik idealiyle kökten bir farklılık arz ediyor. İktidar, anneleri en az üç çocuk doğuracak, her şeyden önce devlet için asker, işçi, köylü, mümin veya vatandaş üretecek fabrikalar olarak görüyor. Esasında anne olarak görülen kanlı canlı haliyle kadınlar değil, devlettir. Kemal Tahir’in Devlet Ana romanında savunulan “kerim devlet” anlayışında iyi bir şekilde betimlenmiş bu annelik ikamesini anlamak siyasi bakımdan büyük bir önem taşımaktadır. Devletin anne rolüne soyunduğu yerde kimse boşuna duygusallık, sevgi ve sıcaklık aramasın; burada kimse katı bir akılcılık, hesaplı davranış ve düşman tayini şeklinde belirlenmiş olan devlet önceliklerinin, tüm gerçek anneleri yargılayacak ölçütler olarak ileri sürülmesinden başka bir şey bulamayacaktır. Söz konusu ölçütleri önündeki davaya uygulayan Gaziantep 2. İdare Mahkemesi yargıcının, “Anne devlete sadık olmalı, sadık evlat yetiştirmeli” hükmüne varmış olmasına şaşmamalı. Şimdi artık annelikten söz ederken aynı şeyi kastetmediğimizi bilmenin, ihtilaflı bir alana adım attığımızı görebilmenin önemine neden vurgu yaptığımın daha iyi anlaşıldığını umuyorum. Zira bu ihtilafın çözümü, duygu ile akıl, kendiliğindenlik ile hesaplılık, mahremiyet ile düşmanlık arasında bölünmüş Türkiye insanını bir bütün olarak yeniden kurmayı gerektiriyor.

İnsanın bir bütün olarak yeniden kazanılması yönündeki mecburiyet, bizi anneliğin “mucizevi gücü” üzerinde durmaya, onu barış siyasetinin bir bileşeni olarak etkin kılmanın yaratacağı olanakları düşünmeye yöneltiyor. Bizim onlara atfettiğimiz birleştirici gücün temelinde modern siyasal hayatın özel alan ile kamusal alan arasında bölünmüş olmasının yarattığı imkanlar yatar. Kadınlar anne kimliğiyle siyasete müdahil olunca, özel ile kamusal olanı birbirinden ayıran hatlarda giderilmesi güç bir kısa devre meydana getirirler. Çünkü siyasetin kurumsal ve örgütlü düzeyinin işlemesini mümkün kılan şey özel hayatın kamu hayatının tam karşıtı olarak tarif edilmiş olmasıdır. Söz konusu karşıtlığa özel alandaki iktidar ve direniş pratiklerinden yola çıkarak, “Özel olan politiktir” şiarıyla meydan okuyanlara bir itirazımız yok. Onlar sonuna kadar haklıdır. Biri mikro diğeri makro ölçekte işleyen iki ayrı siyasi mantığa tabi olan farklı düzeylerin varlığını saptadığınızda, siyaset dışı olduğu kabul edilen özel alanı özgürlük mücadelesinin dinamiklerine de açmış olursunuz. Gel gelelim anneliğini inkar etmeden kamusal hayata müdahale eden kadınlar, iki ayrı siyasal alanın varlığını doğrulamaktan daha başka bir şey yapmaktadır. İki alan arasındaki geliş gidişler yoluyla bu ayrımı kuran sistemin bütünlüğünü tehdit etmekte ve bu yoldan yeni siyasi imkanlar açığa çıkarmaktadır.

Modern çekirdek ailede anneler sadece özel alana özgü olan kodların uygulayıcısı olarak görülmezler, kaynağı ve üreticisi olarak da tanımlanırlar. Bu kısıtlı bağlamda, anneler için özel alanın bizzat kendisidir dense yeridir. Anneler siyasallaşıp siyasal sistemin merkezine doğru yürüdüğünde gerçekleşen şey, özel alanın kamu hayatının karargahına doğru ilerlemesidir. Bu ilerleme sonucunda, kurulu siyasi düzenin yarattığı ayrımların ve devamlılık kazandırdığı çatışmaların tümü, sırf kamusal alana özgü olmaları bakımından farksız ve gereksizmiş gibi görünmeye başlarlar. Örneğin sağ-sol veya Kürt-Türk ayrımı üzerine kurulu ayrımlar ve çatışmalar kamu hayatının mantığı açısından bakıldığında anlamlı ve haklı gözükse de, hayata getiren ve yetiştiren annelerin görüş açısından bakıldığında hayat karşıtı olmaları bakımından farksız ve zararlı görülürler. Gündelik yaşamın pratik sorunlarına odaklanmış, gerçek ve acil ihtiyaçlara çözüm üretmeyi önemseyen annenin “somut aklı”, ilkesel konulara veya ideal kavramlara odaklanmış kamu hayatının “soyut aklı”nca üretilmiş çatışmaları farklı bir mantığın ilkelerine tabi kılar. Burada anneliğin birleştirici gücünün olanaklarını ve sınırlılıklarını anlama, değişen öncelikler sıralamasında çatışmaları gereksiz kılmanın potansiyelini görüyoruz. Önümüzdeki haftalarda annelik düşüncesinin bu gücünü tartışmaya ve annelik konusundaki ihtilafların barış siyaseti ve insan hakları açısından taşıdığı anlamı göstermeye çalışacağım.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.