YAZARLAR

Altın Koza Günlükleri: ‘Küçük Şeyler’, ‘Görülmüştür’, ‘Bağlılık Aslı’

Kıvanç Sezer’in “Küçük Şeyler”i Adana Altın Koza'da tutunacak bir dal olarak dikkat çekti. İlk filmi “Babamın Kanatları” ile hatırı sayılır beğeni alan Sezer, bu kez ‘orta sınıf çekirdek aile’nin çözülüşünü yer yer absürt, yer yer gerçek üstü ve kimi zaman gerçekçi bir tonla ele alıyor. Aslında film bir anlamda “Babamın Kanatları”yla da devamlılık taşıyor. İlk filmde bugün artık bütün kentleri doldurmuş olan ve bir kangrene dönüşen toplu konutları, siteleri yaratanları yani buralarda çalışan emekçilerin dünyasına girmeye çalışan yönetmen, “Küçük Şeyler”de bu sitelerden birisine yerleşmiş küçük bir ailenin dünyasına götürüyor seyirciyi.

Yirmi yılı aşkın bir süredir ulusal yarışmaların yer aldığı festivalleri takip ediyorum. Geçmiş yıllarda da ortalama olarak zayıf seçkilerle karşılaştığımız yıllar olmuştu. Ama ertesi yılki festivalde mutlaka tutunacak 3-4 film yer alırdı. Son 4-5 yıla dönüp bakıldığında Türkiye sinemasında ciddi bir irtifa kaybı yaşandığı açıkça görülüyor şimdilerde. Çünkü istikrarlı bir şekilde vasatın altında seyrediyor sinemamız. Adana’da düzenlenen Altın Koza Film Festivali’nde de sinema eleştirmenleri olarak en çok konuştuğumuz meselelerden birisi bu. 90’ların ortasında ilk filmlerini yapmaya başlayan ve bugün artık ‘usta’ olarak kabul ettiğimiz kuşaktan sonra gelen ikinci kuşak, yani 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren film üretmeye başlayan kuşak ilk çıkışlarında yarattıkları etkiyi hızla kaybederken, onların ardından gelen kuşakta birkaç isim dışında ortalama bir umut yok görünüyor.

İşte o birkaç isimden birisi olan Kıvanç Sezer’in “Küçük Şeyler”i tutunacak bir dal olarak dikkat çekti. İlk filmi “Babamın Kanatları” ile hatırı sayılır beğeni alan Sezer, bu kez ‘orta sınıf çekirdek aile’nin çözülüşünü yer yer absürt, yer yer gerçek üstü ve kimi zaman gerçekçi bir tonla ele alıyor. Aslında film bir anlamda “Babamın Kanatları”yla da devamlılık taşıyor. İlk filmde bugün artık bütün kentleri doldurmuş olan ve bir kangrene dönüşen toplu konutları, siteleri yaratanları yani buralarda çalışan emekçilerin dünyasına girmeye çalışan yönetmen, “Küçük Şeyler”de bu sitelerden birisine yerleşmiş küçük bir ailenin dünyasına götürüyor seyirciyi. Ki zaten bir sonraki filmle de bir üçlemeye dönüşecek bu tema.

Ev kredisinin tam ortasında işsiz kalan Onur, bunu sıkıcı bulduğu beyaz yaka hayatından kurtulmanın ve kendisine yeni bir alan açmanın olanağı olarak düşünürken, eşi Bahar ilk başlarda bu durumu desteklese de giderek artan endişelerine karşı koyamıyor. Kıvanç Sezer, belirli gelir düzeyi, buna uygun yaşam alanı ve kültürüyle varlığını anlamlandıran bir çiftin aşağıya doğru düşerken yükselen endişe ve gerilimlerini, epizotlara ayırarak ve mevsimlere yayarak anlatıyor. Filmin en dikkat çekici tarafı senaryosu. Neyi anlatmak istediğini bilen, fazlalıklarından arınmış, karakterlerinin dönüşümlerindeki kırılma anlarını ikna edici bir biçimde inşa eden metin var karşımızda. Görsel olarak ise riskli bir işe girişmiş Kıvanç Sezer. Özellikle Onur karakterinin zaman içindeki dönüşümünü tek bir görsel dile, tek bir türe dayanarak anlatmak yerine fantazyadan dramaya, oradan komediye doğru salınan sürekli birbirinin içine geçerek ilerleyen bir anlatı dili tutturmaya çalışmış. Bu geçişliliklerin altından büyük oranda kalksa da kimi noktalarda (özellikle filmin ortalarında) küçük tekrarlara düşmüyor değil. Benzer bir şekilde hikaye olarak da erkek karakterin halleri de iç içe geçiyor. Orta sınıf endişelerinden erkeklik hallerine, erkeklik halinden bir anda aile krizine dönen bir senaryo yapısı var. Futbol tabiriyle söylersek Kıvanç Sezer, şimdilerin moda değimiyle geçiş oyununu iyi yapıyor. Bu geçişlerde aksaklık çıktığında ise Onur’u canlandıran Alican Yücesoy deneyimli bir orta saha oyuncusu gibi yetişiyor imdada ve inisiyatifi ele alıyor sanki. Yücesoy, hem fiziksel hem de ruhsal olarak sürekli değişen ve savrulan karakteri ustalıkla inşa ediyor ve filmin gösteriminden sonra gerçekleştirilen söyleşide sarf ettiği “bizim işimiz çok zor olan bir şeyi basitmiş gibi göstermek” sözünde olduğu gibi basit ama etkileyici bir performans ortaya koyuyor. Senaryonun tek aksayan tarafı, Bahar’ın Onur’a göre daha az katmanlı olarak inşa edilmiş olması. Ondaki değişimin durakları ve dinamiklerine fazla alan açılmıyor, bu da filmin gücünden bir parça eksiltiyor açıkçası. “Küçük Şeyler”in en iyi tarafı ‘büyük sözler’, ‘büyük gösteriler’ peşinde koşmadan, hikayesi ve olanakların iyi bilinmesi ve her şeyin buna göre inşa edilmiş olması.

‘GÖRÜLMÜŞTÜR’ÜN GÖRÜLMEYENLERİ

Yılın konuşulan filmlerinden birisi de Serhat Karaaslan’ın İstanbul ve Ankara Film Festivalleri’nde de yarışan ilk filmi “Görülmüştür.” Film hakkında İstanbul Film Festivali vakti kısa bir değerlendirme yapmıştım. Adana Altın Koza vesilesiyle bu değerlendirmeyi de aşağıya ekleyerek yeniden hatırlatalım:

Kısa filmleriyle dikkatleri çeken Serhat Karaaslan’ın “Görülmüştür”ü de festivalin merakla beklenen yapıtları arasındaydı. Ama onun da biçim ve içeriğe dair ciddi zaaflar yaşadığını söylemek gerek. Bu sıkıntılara gelmeden önce bir filmin başlangıcının seyirciye verilmiş bir vaat olduğunu söyleyelim. Filmin ilk 15-20 dakikasında seyirciye bir vaatte bulunursunuz. Bu vaadi yerine getirip getirmemek, seyirciyi bir vaadin peşinde sürükleyip bambaşka bir noktaya varıp onu şaşırtmak tamamen yönetmene kalmış. Ama vaadi unutamazsınız. “Görülmüştür” bu açıdan ilk 15 dakikasını tamamen unutan bir yapıya sahip. İstanbul’da bir cezaevinde gardiyan olarak çalışan Zakir’in hikayesini takip ediyoruz. Film cezaevindeki siyasi mahkûmlara müdahale sahnesiyle açılıyor. Ardından, bir yetkilinin gardiyanlara ‘teröristlerin’ mektup yazarken ne kadar da kurnaz olduklarını anlattığı bir derse geçiyoruz. Sonra da Zakir ve aynı odayı paylaştığı iki gardiyan arkadaşının politik mahkûmların mektuplarda kullandığı dil üzerine inşa ettikleri sohbet geliyor. Film böylesi ‘politik’ bir girişin ardından, biraz önce anlattıklarını bir kamu spotu gibi orada unutarak bambaşka bir hikayeye doğru evriliyor. Zakir’in gizli gizli gittiği edebiyat kursunda hocasının verdiği ödev için bir mahkûma gönderilmiş fotoğrafı alması ve bu fotoğraftaki kadını takıntı haline getirmesini izlemeye başlıyoruz.

Filmin açılışı ile devamı arasındaki sıkıntı Zakir’in takıntısı değil kuşkusuz. Ancak filmin açılışta kurduğu çerçeveyi tamamen unutması giriş bölümünü de tamamen anlamsız hale getiriyor açıkçası. Serhat Karaaslan, Zakir’in Selma’yı takıntı haline getirmesinin onda yarattığı merak duygusunu seyirciye geçirmeyi başarıyor ilk başlarda ancak bu merak duygusunun hem karakter hem de seyirci için bir türlü giderilemediği, hikayenin takip-bakışma çemberinde dolanıp durduğu ve haliyle finalin de tatmin etmekten uzak/ karmaşık bir hal aldığını söyleyebiliriz.

Zakir’in motivasyonunun, yalnızlık mı, bir öykünün peşinden kaybolmak mı, yoksa sorunlu bir cinsel saplantı mı olduğu soruları seyircinin kafasında dolansa da hiçbirine tatmin edici bir cevap bulamıyoruz. Yönetmen Zakir’in nasıl bir karakter olduğuna tam karar veremediği için kimi anlarda işlev kazansalar da yan karakterler de yerli yerine oturamıyor bir türlü. Zakir’in ikili yaşamı arasındaki (cezaevi ve kurs) geçişlerin sınırları bulanıklaştıkça filmin tonu da benzer bir hal alıyor sanki.

“Görülmüştür”, ülke sinemasına unutulmaz bir karakter armağan etme fırsatını da kaçırıyor böylece.

Adana Altın Koza’da gösterilen bir diğer film Semih Kaplanoğlu imzalı “Bağlılık Aslı” filmi hakkında geçen hafta vizyona girmesi vesilesiyle yazmıştık. Onun linkini de şöyle bırakayım:

Altın Koza film festivalinin bugün yapılacak gösterimlerle sona erecek. Yarın akşam düzenlenecek ödül töreni öncesinde gösterilen son filmler hakkında da birkaç kelam etmeye çalışacağım…