YAZARLAR

Arzu kovalamaca oyunu

Kişilerden biri ayrılmak istiyor gibi gözüküyor ancak bu ayrılma fikri sözüm ona diğer kişide ve hatta ayrılanın kendisinde bile arzuyu yeniden canlandırıyor(!) -gibi gözükse de-, aslında ölü bir ilişkiyi oradan oraya taşıma eylemi içerisinde deviniliyor. İlişkinin öldüğü kabul edilirse yas tutulması gerekecek, türlü duygular gündeme gelecek, epey ruhsal masraf çıkacak, bu sebeple arzuyu sürekli dürtükleme hali bu.

Kedim Berduş, bir süredir yan bahçenin yavru kedisiyle arkadaşlık yapıyor. Oldukça ilginç bir ilişki biçimleri var. Kendisi yan bahçenin duvarına dikiliyor ve türlü miyavlamalarla yandaki kediyi yamacına getirmeyi başarıyor. Yavru kedi pati şakaları yapmaya ve oyunu başlatmaya çalışıyor, tam oynayacaklar sanıyorum ki, Berduş hooop eve kaçıyor. Bu seromoni gün içinde defalarca tekrarlanıyor. Berduş duvara geliyor, yan kediyi çağırıyor, kedi geliyor, oynamaya başlıyor, Berduş eve kaçıyor ve sil baştan…

Berduş, yavru kediyle oynamaya çok meraklı gibi gözükürken aslında onu oynamaya ikna edip kendisinin eve kaçmasını bir oyun haline getirmiş meğerse. Ya da her eve kaçtığında Berduş’a tekrar oyun oynama arzusu geliyor, orasını tam bilemeyeceğim. Ben bu oyuna “arzu kovalamaca” oyunu adını verdim. “Kaçan kovalanır” la karıştırılmasın lütfen zira bu oyunda kişilerden değil arzudan kaçılıyor. Arzunun peşine düşülmüyor, arzuya sahip çıkılmıyor ya da arzu doyuma ulaştırılmıyor da arzu yaratılıp arzudan kaçma oyunu bu. Arzunun kendisi arzu yaratma üzerine kurulu…

İlişkilerden de epey bildiğimiz bir oyun bu. Kişilerden biri ayrılmak istiyor gibi gözüküyor ancak bu ayrılma fikri sözüm ona diğer kişide ve hatta ayrılanın kendisinde bile arzuyu yeniden canlandırıyor(!) -gibi gözükse de-, aslında ölü bir ilişkiyi oradan oraya taşıma eylemi içerisinde deviniliyor. İlişkinin öldüğü kabul edilirse yas tutulması gerekecek, türlü duygular gündeme gelecek, epey ruhsal masraf çıkacak, bu sebeple arzuyu sürekli dürtükleme hali bu.

Bir şeyin içinde olmak, dışında olmamayı gerektirir. Ve çoğunlukla dışarıda ne olduğunu merak etmeyi… Yaşamadığımız olaylar hakkında yaşadıklarımızdan daha fazla şey biliyormuş gibi göründüğümüz durumlardan biri de Adam Phillips’e göre “çıkıp gittiğimiz anlardır”. Çünkü çıkıp gitmeyi sadece bu mümkün kılar ve hayal etmemize “yoksunluk” sebep olur. Korkunun doğurduğu ihtimallerin cazibesine kapılırız. Neyi geride bıraktığımızı bilmeden çıkıp gideriz. Zaten amaç neyi geride bıraktığımızı bilmemektir denebilir.

Örneğin bir ilişkiden çıktığımda bunu yapmazsam ne olacağını biliyormuş gibi davranırım. Fakat aslında deneyimlemediğim bir şeyden bahsediyorumdur. İlişkiyi sürdürsem neler olabileceğini asla bilemem, sadece tahayyül edebilirim. Tam tersi de mümkün elbette. Çıkıp gitmek, kalırsak ne olacağı hususunda tahmin yürütmeyi içerir ve bu tahmin neleri kaçıracağımızla ilgili bir öyküdür her zaman. Freud’a göre insan, bir şeylerin içine ya da en azından en çok arzu duyduklarının içine ancak onların dışına çıkarak girebilir. İçeri giriş, çıkış kapısındandır. (Adam Philips, Kaçırdıklarımız, Metis Yayınları)

Kaçırdıklarımız, Yaşanmış Hayata Övgü, Adam Philips, 168 syf., Metis Yayıncılık, 2016.

Deneyimlemediklerimize dair bildiğimizi sandıklarımız, deneyimlediklerimizin üzerine çıktığında aslında arzumuz da bir çıkmaza yerleşiyor. Sürekli olmadığımız yerde ne olduğuna dair karşı koyması güç bir merak duymaya başlıyoruz. Fakat bu merak, “şimdi ve burada” olmaya dair bir engel oluşturma riskini barındırıyor.

Çoğu kişi bir ilişki içerisindeyken arzusunu izleyemediği ve ona sahip çıkamadığı için ancak ilişkinin dışına çıkarsa bunu elde etmeye çalışacağını düşünüyor. Fakat düşlemsel de olsa bu sürekli girip çıkma hali ilişkinin ısı ayarlarında bir bozulmaya yol açıyor. Ve  artık ilişkinin ana hattını bu bozulma oluşturuyor. Yokluktan elde edilen varlığın sonu, yine yokluğa çıkıyor.

***

Fransız yazar ve sinemacı Marguerite Duras’ın orijinal ismi “La Musica Deuxiéme” olan tiyatro oyunu ilk kez 1985 yılında, yazarın kendi yönetmenliğinde sahneye konulmuş. Şimdilerde ise “Yeni Bir Şarkı” olarak Murat Erşen tarafından Türkçe’ye çevrilen oyun, Moda Sahnesi tarafından Kemal Aydoğan’ın yönetmenliğinde, Melis Birkan ve Caner Cindoruk’un oyunculuklarıyla seyirciyle buluşuyor.  Oyun bir erkek ile bir kadının, bir zamanlar sık sık kaldıkları bir otelde üç yılı aşkın bir süreden sonra ilk kez buluşmalarını anlatıyor. Bir zamanlar evli olan çiftin boşanma işlemlerini tamamlamak için tekrar o otelde bir araya gelip birbirleriyle ve ilişkileriyle yüzleşmelerine tanık olup kaçırdıklarının acısını hissediyoruz. Bir ilişkiyi hem erkek hem de kadın tarafından izliyoruz. Bu çoklu gerçeklik karşısında biz de kendi ilişki gerçekliklerimizle karşılaşıyoruz.  Karakterlerin buluştukları otel aynı zamanda ilişkiye dair kaçındıkları, esir alındıkları, özlemini çektikleri ve teslim oldukları duyguların da baş mekânı.

Oyundaki karakterlerin birbirlerinden vazgeçtiklerini, hatta başka birilerini hayatlarına aldıklarını fakat içsel olarak ayrılmayı tam anlamıyla başaramadıklarını da görüyoruz. Zira ayrılmayı başarabilmek için önce birleşmeyi, bağlanmayı gerçekleştirmiş olmak gerekiyor.  Ve ilişkinin içindeyken ilişkinin sorumluluğunu alabilmeyi… İlişkinin sorumluluğu alınamadığı takdirde ayrılığın sorumluluğu da alınamıyor. Oyunda da bu duruma rastlıyoruz. Oyundaki kadın karakterin cümlelerinden anlıyoruz ki adamın ilişkide konumlanışı gitme fikri üzerinden belirleniyor. Ya da yazının başında belirttiğim arzu kovalamaca oyunu üzerinden;

“Peki sen... Sen hatırlıyor musun? Daha evdeki ilk günden itibaren gitmekten bahsettin. Ve sonra, çok geçmeden, her gün aynı şeyden bahseder oldun, gitmekten..”

Bütünlüğü yakalayamadığımız bir şeyden ayrılmak da pek mümkün olmuyor. Özellikle ilişkilerdeki ayrılıkların çoğunlukla vurdulu kırdılı, gürültülü patırtılı olmasının ya da olamamasının sebebi bununla oldukça ilintili.  Gerçekten birleşememiş olmanın getirdiği bir hınç, öfke tam da ayrılığın eşiğinde gelip kişileri buluyor olabilir mi? Öfkemiz, ayrıldığımız kişiye değil de, birleşemediğimiz ve bu sayede ayrılmayı başaramadığımız kendimize karşı mı yükseliyor yoksa?

En azından oyundaki erkek karakterde bunun böyle olduğunu görebiliyoruz;

“Nasıl olduğunuzu görmeye geldim... Bensiz... Nasıl mümkün olabiliyordu, bu skandal, nasıl birbirimiz olmadan kalabiliyorduk.... Bu yeni hâl içinde…"

Yeni Bir Şarkı, geçmiş yıllarda “Ayrılık Müziği” ismiyle devlet tiyatrolarında sahnelenmiş. Oyunun orijinal adı ise İkinci Şarkı. Ben “Yeni Bir Şarkı” ismini hikayeyi kapsayıcılığı açısından çok daha anlamlı ve incelikli buldum. Kadın karakterin söylediği bir cümle bana bunu düşündürdü; “Zaman kaybolan bir şey, ama ikinci kez zaman kaybetmenin de alemi yok.”

Deneyimlenen şey, bazen deneyimlenecek başka bir şeyin yazgısını da tayin ediyor. İspat edilmiş bir şeyi, kendi içinde yeniden ispat etmeye kalkışmak bazen arzu artığı bir zaman israfından öteye geçemiyor. Bu bağlamda belki de ilişkilerdeki müzik, ayrılıktan yana değil de yeni bir şarkıdan yana çalıyor olabilir. Zaman israfını engellemek, o çalan “yeni” müziğe sağır olmayı da engelleyecektir.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.