YAZARLAR

Annelik nasıl siyasallaştı?

Annelik kimliğinin bir siyasal katılım aracı olarak kullanıldığı bir örneğe ilk olarak 70’li yıllarda rastlıyoruz. O yıllarda tırmanan şiddetin yol açtığı can kayıplarına tepki veren anneler, “Evlat acısına son” sloganıyla değişik şehirlerde kitlesel mitingler düzenlemişti. Ardından 12 Eylül’de yaşanan ağır insan hakları ihlalleriyle mücadele eden annelerin öne çıktığını görüyoruz.

Annelik kimliğiyle gerçekleştirilen eylemlerin kaynağı Türkiye’nin yakın dönem tarihinde yatar. Anne eylemlerinin siyasal anlamını kavramanın yolu, söz konusu tarihin farklı gelişim evrelerini ve bu evrelere denk düşen eylem tarzlarını ayırt etmekten geçer. Söz konusu eylemlerde hem hakim aile rejiminin idealleştirdiği annelik modeline dönük bir meydan okumayı hem de bunun sonucunda açığa çıkan farklı bir insan hakları anlayışının ilk işaretlerini buluyoruz. Bununla birlikte, Cumartesi Anneleri ve benzer eylemci gruplar üzerine yapılan çalışmalarda, böylesi bir perspektifin eksik kaldığını görüyoruz. Annelerin eylemleri, öncelikle kadın özgürleşmesinin bir bileşeni olarak sorunlaştırılıyor. Elbette, toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş ve kadına özgülenmiş bir rol olduğu ölçüde, anneliğin kadınlık durumundan bağımsız ele alınması düşünülemez. Böyle bakıldığında annelik, evlat sahibi olarak yücelttiği kadını, özel alanla kısıtlayarak güçsüzleştiren tahakküm araçlarından biri olarak karşımıza çıkar. Eylemlerle ilgili çözümlemelerin sunum tarzının Bildungsroman, yani “oluşum romanı” dediğimiz anlatı biçimine yakın olması da bununla ilgili olsa gerek. Bu tür anlatılarda esas olan, insanı içinde bulunduğu olmamışlık halinden çıkarıp yetkinleşmeye doğru götüren olaylar dizisine vurgu yapmaktır. Süreç, evde erkeğe bağımlı ve kapalı bir hayat sürdüren kadının, anne kimliğiyle sokağa çıkmasıyla beraber bağımsızlaşması ve dünyaya açılması yönünde ilerler.

Şüphesiz, eylemlerin aktörü olan anneler bakımından ele alındığında, kadın ile çocuk arasındaki bağın kadın özgürleşmesi açısından siyasallaştırılması anlamlı ve gereklidir. Ancak eylemlerin öznesini kadın temsil etse de, konusunu hakları ihlal edilmiş evlatlar oluşturur. Soruna konusu açısından yaklaştığımızda, annelik hareketlerinin tarihsel gelişim evrelerini saptamak ve açıklamak ayrı bir önem kazanır. Annelik kimliğinin bir siyasal katılım aracı olarak kullanıldığı böylesi bir örneğe ilk olarak 70’li yıllarda rastlıyoruz. O yıllarda tırmanan şiddetin yol açtığı can kayıplarına tepki veren anneler, “Evlat acısına son” sloganıyla değişik şehirlerde kitlesel mitingler düzenlemişti. Ardından 12 Eylül’de cezaevlerinde yaşanan ağır insan hakları ihlalleriyle mücadele eden annelerin öne çıktığını görüyoruz. Kendilerini “tutuklu yakını” olarak tanımlayan bu anneler, özellikle cezaevi direnişlerinin bastırılması sırasında meydana gelen can kayıplarına engel olmak amacıyla mobilize olmuştu. Üçüncü aşamada, 90’lı yıllardaki yaşam hakkı ihlallerinin harekete geçirdiği Cumartesi Anneleri gelmektedir. Zorla kaybetme, yargısız infaz ve toplu mezar gibi yöntemlerle yaşam hakkı ihlal edilmiş olan şahısların annelerince gerçekleştirilen eylemlerde, yaşam hakkı ihlallerinin durdurulması ve sorumluların cezalandırılması gibi taleplerin öne çıktığına şahit oluyoruz. Son evrede, kendini Barış Anneleri olarak tanımlayan ve Kürt meselesi eksenindeki çatışmalara odaklanan anneler çıkıyor karşımıza. Bazen doğrudan çatışma bölgelerine “canlı kalkan” olarak müdahale etmeyi de içeren eylemler yapmanın yanı sıra, annelerin temel amacının Kürt sorununa barışçıl bir çözüm üretmek olduğunu biliyoruz.

Bu tarihsel gelişim süreci, dikkatimizi annelik kimliğinin toplumsal hareketler ve hak mücadeleleri içindeki yerine çekmektedir. Her ne kadar eylemler birbirini takip eden aşamalarda ortaya çıkmış olsa da, farklı evreler arasında bir süreklilik ilişkisi veya nedensellik bağı olduğunu göremiyoruz. Annelerin siyasal davranışı kendi öncülleriyle dikey bir şekilde bağlantılı olan bir süreci değil, her evrenin toplumsal mücadeleleriyle yatay bir şekilde ilintili olan bir bağlamı işaret ediyor. Başka bir ifadeyle, anneliğin siyasallaştığı bağlamı, toplumsal mücadele süreçlerinde maruz kalınan hak ihlallerinin anne ve çocuk arasındaki bağ üzerinde yarattığı tahribat belirliyor. Tarihsel olarak bakıldığında, annelerin her aşamada evlatlarının hayatına kasteden, onların bedensel bütünlüğünü sakatlayan veya özgürlüğünü elinden alan uygulamalara bir tepki olarak harekete geçtiği görülüyor. Böylesi bir hareketlilik, esasen yürürlükteki aile rejiminin anneliğe iliştirdiği doğurma, büyütme ve terbiye etme işlevlerinde, maruz kalınan şiddet nedeniyle yaşanan bir aksamanın sonucu olarak görülebilir. O halde, anne eylemlerinin tarihsel anlamını kavramak ve insan hakları mücadelesi içindeki yerini görmek için, bizim annelik anlayışımızı belirleyen aile rejiminin tarihsel yönelimini anlamak öncelikli koşul oluşturur.

Ailenin toplumun temeli olduğuna inanılır. Bu inanç her siyasal akımın kendi toplum idealine uygun bir aile söylemi geliştirmesinin de kaynağını oluşturur. Fakat aileye dair bu söylem bolluğuna rağmen, toplumsal dönüşümün temel dayanağının aile olduğu yönünde bir fikir birliğinden söz etmek de mümkün. Türkiye’de ulus devlet inşasının omurgasını, toplumu akılcı ve özerk bireylerden oluşmuş bir yurttaşlar cemaati olarak örgütlemek oluşturur. Toplumsa her hanesinde tek bir dilin konuşulduğu, sadık ve itaatkâr bireylerden oluşmuş ailelerin toplamı olarak tahayyül edilmiştir. Anne ile çocuk arasındaki bağ, bu tahayyül açısından toplumsal dönüşümün sert çekirdeği olarak belirlenmiş ve doğum kontrolünden kültür politikalarına kadar uzanan bir siyasal yelpaze anneliği yönlendirecek şekilde organize edilmiştir. Yani anneler devlet için yurttaş veya seçmen dünyaya getiren, onları büyütüp yetiştiren ve kültür adında yapılaşmış olan hâkim ideolojiyi çocuklara terbiye yoluyla aktarıp içselleştirmesini sağlayan temel aktör olarak büyük bir önem taşırlar.

Aile rejiminin bu tarihsel yönelimi, Türkiye’de anne ile çocuk ilişkisinin içerdiği siyasal gerilimi de anlamanın zeminini oluşturuyor. Zira bizim “modern aile” fikrimiz birbiriyle çelişen iki beklentiyi aynı anda gerçekleştirme düşüncesi üzerine kurulmuştur. Bir yandan “akılcı ve özerk” insanlar yaratmayı amaçlarken, diğer yandan aynı bireyleri “sadık ve itaatkâr” yurttaşlar olarak yetiştirmeyi hedeflemek kendi içinde çelişkilidir. Sadakat veya itaat davranışı, son tahlilde kişinin aidiyet hissettiği gruba duyduğu dogmatik bağlılığının eseri olabilir. Oysa akılcı ve özerk oluş, her şeyden önce kişinin kendi aklına güvenmesini, dolayısıyla eleştirel bir tutum içinde olmasını gerektirir. Aile rejimini sık sık krizlere sokan bu gerilim toplumsal etkilerini, Cumhuriyet tarihi boyunca gerçek anlamda ilk gençlik hareketinin ortaya çıktığı 68 sürecinde hissettirmeye başladı. Gençler artık “büyük sözü dinlemek” yerine kendi doğrularını izlemek üzere sokağa çıktığında, hem siyasal hayatımızda kalıcı etkileri olacak bir mücadeleyi başlattılar hem de ebeveynlerinin ideallerinden farklı değerlere sahip olmaktan kaynaklanan bir kuşak çatışmasının temellerini attılar. Türkiye’de anne eylemliliklerin tarihsel köklerini 70’lerden geriye götüremememizin sebeplerini burada bulabiliyoruz. Çünkü 68 ile yaşanan toplumsal kırılmanın yol açtığı siyasal çatışma en şiddetli sonuçlarını bu yıllarda göstermiş, anneliğe özgü duyarlılıklar da evlatlarının yaşam hakkının ve özgürlüklerinin savunulması çerçevesinde bu yıllarda siyasal alana aktarılmıştı.

Söz konusu anne duyarlılıklarını, aile rejiminin anneliğe yüklediği üç işlev üzerinden düşünebiliriz: Doğurmak, yani hayat vermek; büyütmek, yani koruyup gelişmesini güvenceye almak; terbiye etmek, yani kültür ve uygarlığın değerlerinin aktarımını sağlamak. Daha ilk bakışta bile, bu işlevlerin her zaman tamamlayıcı olmayıp aralarında bir çatışma çıkması ihtimalinin de olduğunu görebiliyor insan. Örneğin doğurganlık, hiç de öyle hâkim aile ideolojisinin ileri sürdüğü gibi, annelik için olmazsa olmaz bir işlev değildir. Çünkü annelik, sadece doğurmayı değil, bir çocuğu doğurup doğurmamayı seçmekle ilgili olan zor kararlar almayı da gerektirir. Kürtaj, çocuk sayısı gibi konularda açığa çıkan uzlaşmazlıklar, doğurganlığın annelikle olan tali ve siyasi bağının işareti olarak görülmelidir. Sonra çocuk sahibi olmak için “taşıyıcı anne” veya “evlat edinme” yöntemini seçmiş, yahut hiç çocuk sahibi olmamayı seçmiş olmak da asla bir “eksik kadınlık” halini göstermiyor; bu durumlar sözünü ettiğim seçme özgürlüğü bağlamında değerlendirilmelidir. Ancak bir kez çocuk ile anne arasındaki bağ kurulduktan sonra, anneliğin hayatı koruyucu işlevi ile akılcı ve özerk bireyler yetiştirmeyi hedefleyen terbiye işlevi arasında bazı çatışmaların ortaya çıkması da kaçınılmaz oluyor.

Esasen modern annelik performansı, Türkiye’deki gelenekçi ve devletçi yaklaşımın söylediklerinden ayrı olarak, çocuğunun güvenli ve sağlıklı bir hayat sürmesini sağlamak ile onun kendi seçimlerini yapan özgür bir insan olarak hayatını sürdürmesi arasındaki dengeyi kurabilmekle ilgilidir. Bir insanın anne olarak başarısızlığı, günümüz yerli ve milli ideolojisinin vurguladığı gibi “sadık yurttaş” yetiştirememiş olmak üzerinden ölçülemez. Çünkü böyle bir beklenti, yukarıda da değinildiği üzere anneden imkansızı istemek, yani aynı anda özgür olan ve boyun eğmiş bir insan yetiştirmesini beklemekle aynı anlama gelir. Ancak evladının güvenli ve müreffeh bir hayat sürdürmesini istemekle, böyle bir hayata anlam katacak değerleri ve doğruları benimsemesi arasında dengeyi gözetmek makul ve gerçekçidir. Çocuğunu kollamak, çoğu zaman onu kontrol etmeyi, yani hayatına müdahale edecek davranışlar benimsemeyi gerektirir. Burada sık açığa çıkan bir sapma, “aşırı kontrolcü” anne modeli olarak karşımıza çıkar. Oysa belli değerleri olan bir çocuk büyütmek, annenin kendini öngörülemez olanın sürprizlerine, kendi çocuklarının yaratıcılığına açmasını gerektirir. Böylesi bir annelik anlayışı, kontrolcü ve rekabetçi annelerden çok daha mütevazı bir varoluş benimsemekle mümkün olabilir. Burada tevazuyla “kendini yadsıma” türünden bir zayıflığı değil, evladının bağımsız bir insan olduğunu görme ve anlama, yani dünya karşısında gerçekçi bir tutum takınmayı kastediyorum. Böylesi bir tevazunun iyi örneklerini, Türkiye’de evlatları için mücadele veren annelerin tarihinde ve güncel pratiklerinde görebiliyoruz. Örneğin Cumartesi Anneleri için kullanılan, “çocuklarından doğan anneler” tabirini bu açıdan ele alabiliriz. Büyüttüğü ve terbiye ettiği çocuğundan doğmuş olmak, aslında yaşadığı manevi yenilenme veya zihinsel ilerlemeyi çocuğuna borçlu olduğunu anlatmanın mütevazı bir yoludur. Cumartesi Annesi Fadime Göktepe’nin oğluyla olan ilişkisi, kurduğu yakınlık ve onun ölümüyle yaşadığı dönüşüm böylesi bir yeniden doğumun örneği olarak sık sık zikredilmektedir.

O halde anne eylemciliğinin Türkiye’de açığa çıkan ilk önemli sonucunu aile rejiminin anne ve çocuk arasında doğum yoluyla kurduğu sözümona doğal ilişkiyi geçersiz kılmasında, hatta tersine çevirmesinde görebiliyoruz. Eylemci her anne aslında iki kez doğduğuna inanır; biri kendini karnında taşıyan kadından olan bedensel doğum, diğeri kendi evladının hayatı ve ideallerini anlamaktan olan manevi doğum. Bu yenilenme, bizi anne eylemciliğinde gördüğümüz ikinci özelliğe götürür. Başlangıçta sadece kendi evladının annesi olmakla yetinen kişi, süreç içerisinde kendi evladıyla aynı kaderi paylaşmış olan tüm çocukların annesi, yahut “herkesin annesi” olma bilincine ulaşır. Böylelikle kontrolcü ve rekabetçi annelik modelinin karşısına, kolektif ve dayanışmacı bir annelik modeliyle çıkar. Kendi evladının güvenliği ve refahıyla ilgili kollayıcı tutumunu, başkalarının çocuklarına da yaymanın zeminini oluşturur. Son olarak, bu dayanışmacı tutum, insan hakları mücadelesinde farklı bir anlayışın gelişimini temsil eder. Geçerli insan hakları anlayışı, hakları özgürlük ve eşitlik ideallerinin bireyci bir yorumuyla temellendirme eğilimindedir. Bu yüzden bazı hak gruplarının, örneğin sosyal hakların veya grup haklarının bir insan hakkı olduğunu gösterme konusunda ciddi güçlükler yaşanır. Oysa annelik hareketleri, hak anlayışına “ailevi” veya “komünal” nitelikli bir dayanışma boyutu kattığında, hakların bireyci olmayan bir kavrayışı için gerekli zemini de oluşturmuş olur.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.