KHK’liler affedecek mi?
Mahkemeler Türk milleti adına verdikleri kararla devletin şüphesini gideremiyorsa, mahkemelerin devlet olmadığını anlıyoruz. İki soru beliriyor burada: Devlet kim, şüphenin kaynağı ne?
AKP Grup Başkanvekili Naci Bostancı şöyle buyurmuş Meclis’in açıldığı gün: “Kimisine ilişkin delil bulunamamış beraat etmiş ama devlet, aklında bir şüphe kalmış, onunla çalışmak istemiyor mesela.” Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri’nin ekli listelerine adları yazılmak suretiyle bir gecede, işinden, yurttaşlık haklarından edilmiş; açlığa, yoksulluğa itilmiş, evlatlık çocukları ellerinden alınmış, terörist damgası vurularak toplumsal dışlanmaya uğratılmış, hastanede tedavi edilmemiş, okuldaki çocukları aşağılanmış insanlardan söz ediyoruz. Bu insanlar yaklaşık üç yıldır aklanmak istiyorlar. Aklanma haklarını kullanacakları bir mekanizma bile yok. Avrupa Konseyi ve Venedik Komisyonu’nun önerileri ile fakat bu önerilerdeki esaslara uymayarak kurulan, tek gerçek işlevi kişilerin adil bir yargı organı önüne çıkmasını engellemek olan OHAL İşlemlerini İnceleme Komisyonu süresi dolmasına rağmen ve uzattığı sürenin de önemli bir bölümünü geçirdiği halde başvuruların üçte birini hâlâ sonuçlandırmadı. Şimdi insanların haklarında açılan davalarda beraat kararları aldığını görüyoruz, yani bağımsız mahkemeler diyor ki bu kişiler Türkiye Devleti’nin yasalarını ihlal etmemiş, suç işlememiş. Parti sözcüsü de diyor ki “devletin aklında şüphe kalmış olabilir.” Peki kim bu devlet? Örneğin partisi adına konuşan Naci Bostancı, Türk milleti adına karar veren bir mahkemeden daha mı çok devlet? Ya da milyonlarca kişiyi alışveriş yaptığı bakkaldan amcasının torununun üye olduğu yasal partiye, katıldığı demokratik ve barışçıl protestolara kadar fişleyen MİT mi devlet? Aldığı ihalelerin büyüklüğü ile vatan sevgileri artan, kayırmacılığın kaymağı ile sadakati, paraya, partiye ve bunların kaynağı olan Saray’a sonsuzca akan liyakatsiz kurum yöneticilerinin görüşleri mi devletin görüşleri? Sayın Bostancı işyerine sekreter, partisine gece bekçisi alımı ilanından mı bahsediyor?
DEVLET VE ŞÜPHE
Bostancı’nın söylediklerinin altında yıllardır Türkiye’ye egemen olmuş ve artık çökmekte olan bir siyasal-söylemsel strateji var. Bu stratejinin altında kalmış, çökmüş bir devlet örgütü var. Bir kişinin çevresinde örgütlenmiş, meziyeti onun yanında olmak olan siyasal elitlerle oradan nemalanan, yağlanan, şişen sermaye yapıları, kârlarını OHAL sürecinin tüm olağanüstülüğü içinde sömürüyü artırarak büyüten büyük sermaye gruplarının tahakkümü var. Fakat bir şey daha: Konjonktürel çıkarlarına bağlı olarak bütün hukuku askıya alan, onu bitmez bir biçimde yenileyen, iktidarını korumak için her ittifakı, her kurumu zorlayan bir pragmatizm var.
Sorumuza geri dönelim. Mahkemeler Türk milleti adına verdikleri kararla devletin şüphesini gideremiyorsa, mahkemelerin devlet olmadığını anlıyoruz. İki soru beliriyor burada: Devlet kim, şüphenin kaynağı ne?
Birinci sorunun yanıtı çok uzun değil; Türkiye’de bütün para, kamu kadrosu, medya araçları, yüksek yargı, yükseköğretim, yüksek sarayların bağlandığı bir yer var. Bunu, modern rasyonel otoritenin, anayasal meşruiyetten dayanağını alan kurumların ortadan kalkması ve bunun yerine sürekli düşman yaratıp istikrarsızlaştırarak kendisini yarattığı beka-terör çemberi içinde var kılmaya uğraşan bir tür klasik diktatörlük kurumu ile tanımlıyorum. Geçen hafta yazının-yazışmanın ortadan kalkması bağlamında somutlaştırmaya çalıştığım kamusuzlaşma ve şahsileşme meselesinin kavramsal bir açıklaması olarak sunabilirim bunu.
İkinci soru, yani şüphenin kaynağı meselesi de elbette bununla ilgili. Türkiye Devleti AKP iktidarı döneminde neredeyse bütün kamu kadrolarını sadakatini anayasaya değil, başka yerlere, örneğin şeyhine, parti liderine, tek kitaba yönelten kişilerden oluşturmaya çalıştı. Kamuya giriş mülakatlarında namaz saatleri, sureler, Erdoğan’ın riyasetinin çeşitli görünümleri üzerine sorular soruldu örneğin. O zamanki adıyla Fethullah Gülen cemaati ya da pazarlığa girme şansına sahip başka tarikat-cemaat-ticaret ağları ile ilişkiye geçmeyen kesimlere kamuya girme şansı tanınmadı, karşılarına ya mülakat, ya güvenlik soruşturmaları ya da kopya ile alınmış puanlar çıkarıldı. Peki bu kadrolar ne yaptılar? Kimin haberi ve bilgisi dahilinde yaptıklarını yaptılar? Onların karşısına çıkan muhalifleri, barış imzacılarını, KESK’lileri kamudan ihraç ederken hangi mantıkla hareket ettiniz? Kişileri bir haberleşme programı indirmiş, çocuklarını dönemin makbul okullarına göndermiş, kuruluşuna “hepiniz oradaydınız” dedirtecek kadar fazla iktidar ortağının katıldığı bankaya para yatırmış diye suçlayamazsınız. Eğer gerçek bir suçlama yapacaksınız, yazıları, yazışmaları, hangi suçların, kimin gözetimi ve denetimi altında, hangi talimatlarla, hangi araçlarla ve kimler tarafından işlendiğini ortaya çıkarınız. Hakikati ortaya çıkarınız. Çünkü o hakikat, örneğin askeri okullarda kurulan şok mangalarına, akademik jürilerdeki haksızlıklara, yüz binlerce gencin hayallerini yıkan soru çalmalara kimlerin ortak olduğu ile ilgilidir. Bunların failleri kim? Ortaya çıkarınız. Kişileri ancak böyle, savcılar aracılığıyla suçlayıp, mahkemeler aracılığıyla cezalandırır ya da aklarsınız. Ama bu hakikat ortaya konmadan şüphenizin yalnızca bir anlamı kalır: Devletin değil, devletin bir erkinin başında olanların bildikleri ama açıklamak istemedikleri, belki de açıkladıklarında zarar göreceklerini düşündükleri bilgiler vardır ve bu hakikat halktan gizlenmektedir.
KİM KİMİ AFFEDECEK?
Yüz binlerce kişiye yapılan zulüm, yargılanmayan, suçlanmayan, cezalandırılmayan yüz binlerce insanın hayatının karartılmasının ardından af konusu, haklarında beraat kararları verilmiş KHK’lilerle ilgili değil, onları medeni ölüme sürükleyecek şekilde hayatlarını elinden alanlarla ilgilidir. Aklanmış kişileri affedemezsiniz, bu hak size ait değildir.