Hızlandıkça azalıyoruz*
Çoğumuz deli danalar gibi sağa sola koşuştururken etrafımızda olup biten, yolunda gitmeyen, kırılıp dökülen, dağılıp ortalığa saçılan şeyleri göremiyor, haliyle de sorgulamıyorduk. İnşaatlar hazır beton sayesinde bir yıla kalmadan yükseliyorlar; tavuklar “makine tavuğu” oldukları için yarım saatte pişiyorlar; otomobil sahipleri yeşil ışığın en uzun kendilerine yandığı, yayalardan ve avarelerden olabildiğince arındırılmış caddelerde gazlıyorlar; gerektiğinde etrafı görmeden yerin altından hızlıca gidilecek yere varılıyordu.
Yazın en sıcak günlerinden ve şehrin namlı marketlerinden birinde, metrekare bakımından en büyük olanında önümde yürüyordu. Yaşlı bir kadındı. Bir eşlikçi verilmişti yanına. Ergenlik çağında, sivilceli bir oğlan. Bıkkındı oğlan. Koluna girmiş yaşlı ve bir ayağı aksayan kadın müşteriyle birlikte onun alışveriş poşetlerini de taşıyordu. Kadından bir an önce kurtulmak ve çevik adımlarla, muhtemelen çok bezdirici olan işinin başına dönmek istediği belliydi. Yüzündeki ifadeye bakılırsa, şu an bir parçası olduğu gösteri o bezdirici işten bile beterdi. Sağdan soldan sabırsızca ve hızla geçip gidenler onlara bakıyorlardı. Marketin daracık koridorlarında, reyonların birinden diğerine geçişi yavaşlatan bu tempo beni de bunaltıyordu. Elimde, yangından mal kaçırır gibi alelacele aldığım yiyecek-içeceklerle, kasaya ulaşmak için ben de sabırsızlanıyordum.
Derken, kadın balık reyonuna yanaştı. “Buyur teyze” diye tiz perdeden ve alaycı seslenen balıkçıya, “Yaz günü ne bu balık bolluğu? Av yasağı yok mu bu mevsimde?” diye sordu. Balıkçı soruya yanıt vermek yerine orada satılan her ürünün izinle ve Tarım Bakanlığı’nın onayıyla geldiğini falan anlatmaya koyuldu. “Hayır” dedi kadın, “Ben hangi kurumun neye göz yumduğunu sormadım. Bu mevsimde bu kadar balık olmaz. Eğer bunlar deniz balığı değilse tadı farklı olur. Müşteriye bunu söylemen lazım. Tut ki deniz balığıysa bu daha fena. Balıkların soyunu kurutuyorsunuz.” Uzayıp giden konuşma, arkada bir kuyruk oluşmasına sebebiyet verdiği için homurtular, cık cık’lar duyulmaya başlayınca yanındaki ergen, yenilgi hissi, teslimiyet ve biraz da kırgınlıkla yüklü bakışlarını balık tablasından ve tablanın önünde sıraya girenlerden ayırmakta zorlanan kadını kolundan çekerek kasaya yönlendirdi.
Hepimiz bir an önce kasaya, sokağa, oradan işe, eve ulaşmak istiyorduk. Çok acelemiz vardı. Çoğumuz fiyat etiketlerine, fatura yekûnuna bile bakmıyorduk. Raflardaki ürünleri evirip çevirip içeriklerini inceleyenler birkaç bebekli anne ile yaşını başını almış birkaç kadındı. Halbuki acele ettikçe daha çok zehirleniyorduk. Kat edeceğimiz yolun kısalması rağmına hızımız kesilmesin ve sistem zarar görmesin diye devlet büyükleri ellerinden geleni yapıyorlardı.
Yavaşlık yaşadığımız dünyanın dışına düşmek demekti. Sakillik ve zayıflıktı. Hız çağında yaşıyorduk. Yayalık, ahestelik, yaşlılık, çocuklu olmak, engellilik kaybedecek zamanı olmayanları çileden çıkarabiliyordu. Yayalar yer altına veya üstüne, engelliler ve yaşlılar evlerine itiliyorlardı. Sabır, idrak, hazım gibi fiillerin dilimizde yeri yoktu. ‘Aynen’ repliğiyle ve dilimizin ucuyla katıldığımız diyaloglar, ‘sıkıntı yok’ diye geçiştirdiğimiz kaygılar vardı. Bunun istisnası geleneksel toplumun yoksunluklarından azade bir fantezi olan yavaşlıktı. Modern çağın estetik kriterlerine ters düşen tarafları ayıklanarak, hızdan başı dönen, yorgun düşen metropol insanına dikkat çekici sloganlarla, havalı bir forma büründürülüp pazarlanıyordu: Cittaslow konseptiyle turizme açılan kıyı şehirleri, alternatif tatil adı altında pazarlanan çiftlik yaşantısı, organik pazarlar, evi barkı satıp doğaya kaçan plaza çalışanı hikayeleri vb. Rekabetçi piyasanın kendilerine tanıdığı dar vakitlerde, ucuz emekle Çin’de üretilen, sentetik fakat markalı eşofmanlarıyla organik pazarları gezip, havalı bir jestle domatesleri koklayan ve doğallığına ikna olan insanlara sık rastlanıyordu. Kazanılan görece yüksek ücretler, doğala dönüş konseptiyle mal ve hizmet üreten piyasa aktörlerine aktarılıyordu. Karşılığında, hem yavaşlama yanılsaması yaşanıyor, hem de yeniliklere açık, doğaya dost, çağdaş kentli imajı satın alınıyordu.
Birkaç yıl önce görme engelli öğrencilerimizden Esra ile asansör bekliyorduk. Kendi işini kendisi layıkıyla yapan ve kimseye ihtiyaç duymayan akıllı bir kadın olan Esra’yı, isteği hilafına oraya buraya taşımaya çalışırdım sık sık. Bir iki itiraz eder, beni kırmamak için eşlikçilik ısrarımı geri çevirmezdi. O gün, benim zaman kavrayışıma göre bir türlü gelmek bilmeyen asansörün kapısı önünde söylenirken Esra benim sabırsızlığım karşısındaki hayretini yine kibarca ifade ettiği bir şaşkınlıkla dile getirdi. Asansör kapısı önünde benim düşündüğümden daha az beklemiştik ve Esra, büyük şehirde tek başına yaşamak zorunda olan bir engelli olarak sabırlı olması, yavaşlaması gerektiğini kabullenmemiş olsa da çoktan idrak etmişti. Şehirde herkesin zamanı aynı hızla akmıyordu. Hiç unutamadığım bu tecrübe birbirimizin zamanına uyarlanabilmemiz gerektiğini göstermişti bana. Bir arada yaşayabilmenin kurallarından biri de buydu.
Çoğumuz deli danalar gibi sağa sola koşuştururken etrafımızda olup biten, yolunda gitmeyen, kırılıp dökülen, dağılıp ortalığa saçılan şeyleri göremiyor, haliyle de sorgulamıyorduk. İnşaatlar hazır beton sayesinde bir yıla kalmadan yükseliyorlar; tavuklar “makine tavuğu” oldukları için yarım saatte pişiyorlar; otomobil sahipleri yeşil ışığın en uzun kendilerine yandığı, yayalardan ve avarelerden olabildiğince arındırılmış caddelerde gazlıyorlar; gerektiğinde etrafı görmeden yerin altından hızlıca gidilecek yere varılıyordu. Hız çağına uyum gösterenlerin, yüzeyden kayarak çarçabuk ilerlemeyi tercih edenlerin ortak rızası, titrek adımlarla otobüsten inmeye çalışan yaşlıyı, kırmızı yandığı halde karşı kaldırıma çıkamamış engelliyi ve tabii derine inmeye çalışan, sorgulayan, itiraz eden zihniyeti pes ettirmeye, boğmaya yarıyordu.
Yeni bir şey keşfetmiş değilim tabii fakat son birkaç yıldır kurumsal istihdam sürecinin bir parçası olmadığım için daha açık biçimde ve dehşetle gözlemlediğim şu: Doğanın döngüsünü takip etmedikçe, dünyadaki yerimizi ve haddimizi bilmedikçe, bolluk yanılsaması yaratan yıkıcı ve sömürüye dayalı üretim biçimlerini görmezden geldikçe, bize buyurulan bir işin, vaat edilen bir yaşam biçiminin, kariyerin, beklentilerin kölesi olmak için hızlandıkça yaşlanıyor, gerginleşiyor ve azalıyoruz. Sistemi güçlendiren bu devinim bizi her anlamda yoksullaştırıyor, zayıflatıyor.
*Yazının başlığı Kjersti Skomsvold’un Hızlandıkça Azalıyorum (Çev. Deniz Canefe, Jaguar Yayınları) adlı romanından ilham aldı.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI