IŞİD, Bağdadi ve komplo teorileri
Yeni Bağdadilerin ve IŞİD benzeri yapıların birkaç devlet büyüklüğündeki topraklarda kanlı eylemlerine bir kez daha tanık olmak istemiyorsak, söz konusu yapıları ortaya çıkartan koşullar üzerinde düşünmeye ve emek vermeye ihtiyacımız var.
IŞİD lideri Ebubekir el Bağdadi’nin bir Amerikan timi tarafından İdlib’in Barişa kasabasına düzenlenen bir baskında öldürüldüğünün ilan edilmesiyle bütünüyle temelden yoksun olmayan (zaten bu tür teorilerin çoğu kısmi haklılık payı içerir, inandırıcılığını da buradan alır) komplo teorileri, hızla tedavüle girdi. Bu örgütü küresel güçlerin kurduğundan, küresel ve yerel bir takım istihbarat örgütlerinin bizzat bu örgütlerin kuruluşuna yardım ettiğinden dem vuruldu. Ancak unutulan şuydu ki, küresel güçler nadiren bir örgütün kurulmasına bizatihi önayak olur. Genelde istihbarat örgütleri ve küresel düzeyde etkin aktörler, var olan, belirli bir tabana sahip yapıları kullanmayı tercih ederler çünkü doğrudan istihbarat örgütlerinin kurduğu yapılar, sosyal taban sorunu yaşarlar, bu da söz konusu yapıların işine gelmez. Daha çok önünü açma ve iş yapmalarını kolaylaştırma söz konusudur. Bu anlamda ABD ve İsrail’in yanı sıra bazı bölgesel aktörlerin belirli hedefler doğrultusunda IŞİD’e hakimiyet ve manevra alanı tanıyan bazı politikalar ve stratejiler izlediğini söylemek elbette gerçeklik payı olan yaklaşımlardır.
Öte yandan komploculuk, müthiş bir zihin konforu sağladığından meseleye bir özne olarak dahil olma imkanını ortadan kaldırarak kişiyi nesneleştirir, zihni yorulma zahmetinden kurtarır. Örneğin örgütün belirli güçler tarafından kurulduğunu söylediğinizde Irak’ın ABD tarafından işgalinin yarattığı travmaları, ahlaki ve hukuki açıdan meşru işgal karşıtı direnişin silahlarını işgalcilerin yanı sıra masum sivillere de yönelten selefi cihadî örgütler tarafından kirletildiğini, işgalin ülkenin kurumlarını çökerterek ülkeyi savaş senaryolarının hakim olduğu bir tiyatro sahnesine dönüştürdüğünü, hapishanelerin şiddet yanlısı sanayinin üretim merkezi haline geldiğini, buradaki olumsuz koşulları fırsat bilen örgütlerin adi suçtan hüküm giymiş mahkumları IŞİD çizgisine çekerek cezaevlerinde kitleselleştiklerini göremezsiniz, görmenize de gerek kalmaz.
Aslında Bağdadi’ye odaklanarak IŞİD’i anlamak çok mümkün görünmese de onun başı çektiği liderlik kadrosunun hemen hemen tamamının cezaevi süreçlerinden geçmiş olması örgütün oluşum ve gelişim aşamaları açısından ipucu verir nitelikte. Nitekim New York Times’da örgütün Musul’u ele geçirdikten sonra kaleme alınmış bir yazıda IŞİD’in yönetim kadrosunun büyük bir bölümünün cezaevi üniversitesinden mezun oldukları aktarılır: Ebu Muslim et-Türkmani, Ebu Luey, Ebu Kasım, Ebu Curnas, Ebu Şeyma ve Ebu Suca. Bu bir yana, İslami hareketlerin çağdaş teorisyeni ve birçok selefi cihadi hareketin kendisine atıf yaptığı Seyyid Kutup da “Yoldaki İşaretler” (ki ben Kutub’un doğru bir şekilde yorumlanmadığını ve özel koşullarda yazılmış bir kitap üzerinden onun bütün külliyatının anlaşılmasının mümkün olmadığını düşünüyorum) kitabını idam edilmeden önce cezaevinde yazmıştı.
Öte yandan Avrupa’nın birçok kentinde bombalı saldırı eylemleri düzenleyenlerin önemli bir bölümü de selefî cihadî düşüncelerle cezaevinde tanışmış insanlar. Avrupa’daki cezaevlerinden çıkarak IŞİD ve türevi örgütlere katılanların ortak özelliği, toplumsal refahtan adil bir pay alamamış, düşük ya da orta gelirli sınıflardan olmalarının yanı sıra son derece yüzeysel bir dini bilgiye sahip olmaları. Aynı şeyi Bağdadi için söyleyemiyoruz zira kendisi İslami ilimler alanında yüksek lisans ve doktora yapmış bir isim. Ancak onun da radikalleşme ve selefi cihadi yapılarla bağlantı kurmasında cezaevi koşullarının rolü büyük.
Tabii buna, hükümetlerin cezaevleri üzerindeki kontrolü kaybetmeleri, doğan boşluğu söz konusu yapıların verimli bir şekilde değerlendirmesini de eklemek gerekiyor. Arap dünyasındaki cezaevlerinde şiddet yanlısı eğilime savrulan selefi cihadi savaşçıların ortak noktası, yaygın ve sistematik bir şekilde vahşi işkence metotlarına maruz kalmaları, meşru ve adil bir temsil sisteminin olmamasının yarattığı hayal kırıklığı, mezhebi ve etnik ayrımcılığın topluma ve ülkesine olan aidiyet duygusunu yok etmesi. ABD’nin Guantanamo’da uyguladığı ve Irak hapishanelerinden pek de farkı olmayan hatta birçok alanda ona fark atacak vahşeti de unutmamak lazım.
Bu arada cezaevlerinin özellikle de IŞİD ve türevi örgütler için nasıl bir radikalizasyon ve eğitim merkezi haline geldiği, uygulanan yanlış metotların Batı’daki cezaevlerinin bu örgütlerin kitleselleştiği mekanlara dönüştüğü ve bunun önüne geçilmesi için neler yapılması gerektiğine ilişkin yayınlanmış çok sayıda araştırma var. Bu araştırmalarda yapılan çok önemli bir tespitte, ülkelerine dönen ve suç işledikleri kanıtlanamayan el Kaide ya da IŞİD militanlarının yeniden topluma entegrasyonunu sağlamaya çalışan Norveç ve İsveç gibi ülkelerde iş bulma, psikolojik danışmanlık hizmetleri verilmesinin ardından bu kişilerin büyük ölçüde IŞİD ve türevi yapılardan koptukları ve sıradan insanlara dönüşme konusunda oldukça başarılı adımlar atıldığı belirtiliyor.
Bütün bunların da ötesinde işin bir de askeri ve stratejik boyutu var. Suriye’de işgal harekâtı başlatan, Suriye’de savaşan militanlara açıkça destek vererek ülkeyi iç savaş bataklığına sürükleyen Batılı ülkelerin, IŞİD savaşçılarına yol veren küresel ve bölgesel yapıların katkısını da unutmamak gerekiyor. Suriye’de 2011’den itibaren başlayan kaos yaşanmasa, büyük ihtimalle el Kaide'nin Afganistan’da giderek zayıflayan varlığı aşamalı olarak etkisizleşecek ve muhtemelen IŞİD diye bir yapılanma bu dünyaya ya teşrif etmeyecek ya da sınırlı bir varlığa sahip olacak, giderek etkisizleşen selefi cihadi örgütler küllerinden doğmayacaktı.
Öte yandan IŞİD ve türevi örgütlerin kökenlerine inmeye çalışan Batılı-oryantalist kesimler, büyük ölçüde toplumdan kopmuş, etrafında tutunamayan insanların hayatlarına İslamcı ideolojinin anlam kattığını, özellikle de sisteme ve topluma isyan eden bir düşünce sistematiğinin bu tür insanlara çekici geldiği yönünde tespitte bulunuyorlar bulunmasına da, bu yaklaşım kendi içinde bir hayli sorunlu. Zira modern dünyanın insanın anlam arayışı mücadelesinde aşındırıcı ve yabancılaştırıcı yapısı kabul ediliyor, ancak buna isyan etmek kriminalize ediliyor. Selefi cihadi hareketlerin gerçekleştirdiği şiddet eylemleri elbette tasvip edilemez ancak modern dünyanın insanı yersiz yurtsuz bırakan, bireyi çevresinden koparan, anlamlı bir hayat sürmesini sistematik biçimde önleyen, insanı giderek yalnızlaştıran yapıya yönelik eleştirilerin sadece teorik tartışmalar ekseninden çıkartılması, pratiğe ilişkin bir şeyler yapılması gerekiyor. Bu açıdan, bugün kontrolsüz şiddetle özdeşleşen IŞİD’in militan devşirme mekânı olan söz konusu sistem rehabilite edilmediği sürece yarın kuluçkasında ne gibi travmatik anlayış ve yapılar dünyaya getireceğini şimdiden kestirmek oldukça zor.
Bir başka önemli husus ise İslam dünyasında milliyetçilik ve sosyalizm gibi seküler ideolojilerin başarılı bir sınav verememeleri ve etkilerini yitirmelerinin ardından İslami dünya görüşünün alternatif tek ideoloji haline gelmiş olmasıdır. Selefilik her ne kadar zengin ve kadim bir geçmişe sahip İslam düşüncesi içerisinde oldukça sınırlı bir yere sahip olsa da 17'nci yüzyıla kadar yaklaşık bin yıl boyunca askeri, siyasi ve bilimsel düşünce alanında oldukça parlak başarılara imza atmış İslam medeniyetinin göz kamaştırıcı geçmişi, hâlâ birçok Müslüman açısından İslamcı düşüncenin en cezbedici yönlerinden birini oluşturmakta. Geçmişte bir dönem sahip olunan üstünlük, Müslümanların sağlam bir inanç sistemi etrafında bütünleşmesi halinde yeniden elde edilecek topyekûn bir zaferin garantisi olarak görülüyor.
Olağanüstü sosyolojik ve psikolojik ortamları dile getirmek, selefi cihadi örgütlerin yaptıkları eylemleri haklılaştırmak anlamı taşımıyor. Bu örgütlerin nasıl ortaya çıktıklarını, Ortadoğu’daki başarısız devlet deneyiminin, otoriter ülkelerde baskı, katliam ve işkencelerin ya da Batılı ülkelerde izolasyon ve tecrit politikalarının bu örgütlerin çıkışına nasıl katkı sağladığını anlamak için çaba göstermek gerektiği açık. Yeni Bağdadilerin ve IŞİD benzeri yapıların birkaç devlet büyüklüğündeki topraklarda kanlı eylemlerine bir kez daha tanık olmak istemiyorsak, söz konusu yapıları ortaya çıkartan koşullar üzerinde düşünmeye ve emek vermeye ihtiyacımız var.
İslam Özkan Kimdir?
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.
İran-Azerbaycan-İsrail üçgeninde kompleks ilişkiler 07 Ekim 2021
Ahmet Örs: Modern dönemde hayattan kopan eğitim verimsizleşti 02 Ekim 2021
ABD’nin Afganistan’daki fiyaskosunun sırrı 01 Ekim 2021
'Diyanetin sahaya sürülmesi, AK Parti'deki erimeyi durdurmaz' 25 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI