Konuşmak, taşınmak, yazmak
Konuşulması zor şeyler hakkında konuşmamak daha iyi mi peki? Bin yıl neredeyse hiçbir kavga, gürültü, yüksek gerilim içermeden süren çok yakın ilişkiler var. Taraflardan biri ya da her ikisi birden karşısındakinin kaynama noktasını kestirip sibobu tam zamanında çekiyor herhalde. (En çok korktuğum ev eşyası düdüklü tencere bu arada.) Düzenli olarak alttan alınıyor ya da. Sorunlar birikip birikip sonunda rögar kapağından taşmıyorsa ne iyi.
Seni karşısına alıp konuşmaktansa, oturup senin hakkında “roman” yazabilecek insanlar vardır. Edebi tür olarak romandan bahsetmiyorum. Kendimize ve başka insanlara dair kafamızda serbest kurguladıklarımızı kastediyorum. Konuşmaktan kastım da havadan sudan muhabbet değil hayata ve gerçek dertlere dair olanlar. Ya da insanlar arasında yıllardır çökelip sertleşerek kayalaşmış mevzularla yüzleşmeyi içeren büyük konuşmalar.
Konuşmak iki kişilik bir eylem, aynı esnada dinlemeyi de başarınca mutlaka kendin hakkında da bir şeyler öğretiyor. Ucu bize dokunmayan bir hayatı, başkalarının dertlerini dinlemek görece kolay. Günümüzde bu en rahat pozisyonda bile çok sabırsızız. Çoğunlukla bir an önce kendi derdimize zıplamak ya da daha ikinci cümlede kestiğimiz hükmü final bölümünde iştahla karşımızdakine sunmak maksadıyla dinliyoruz. Oysa iyi bir dinleyicinin gereğinde sırdaş bir kulaktan ibaret kalabilmesi gerekiyor. Günümüzün şahsi ve ülkesel dertler antolojisinde epey uzağında kalıyoruz çoğunlukla bu çok insani pozisyonun.
Yüzleşme içeren konuşmalar en zoru. Bir insan bizim için yazılıp bitmiş bir kitapsa onunla konuşmaya aslında gerek görmeyiz çünkü. Ölü doğmuştur o konuşma. Konuşmak her zaman beklenmedik cevaplar alma riskini beraberinde getirir. Gerçek bir konuşmayı asla bir başına yönlendiremezsin. Bizim yazmadığımız açık bir kitaptır, gerçek bir konuşma. Marguerite Duras’ın yazmak için dediğinden uyarlarsak, “açık bir kitap, gecedir de.”
Konuşulması zor şeyler hakkında konuşmamak daha iyi mi peki? Bin yıl neredeyse hiçbir kavga, gürültü, yüksek gerilim içermeden süren çok yakın ilişkiler var. Taraflardan biri ya da her ikisi birden karşısındakinin kaynama noktasını kestirip sibobu tam zamanında çekiyor herhalde. (En çok korktuğum ev eşyası düdüklü tencere bu arada.) Sorunlar birikip birikip sonunda rögar kapağından taşmıyorsa ne iyi.
Çorap tekinden çıkıp dünya harbine dönen ilişkilerde ise zaman zaman- ortada gerçek bir anla(ş)ma isteği varsa- inanılmaz ama sağlıklı ateşkeslerin sağlanabildiğini gördüm. Birbirine söylemeleri gereken sözleri “kediye söyleyen”lerin dengesiyse mezara kadar gidebiliyor o kıvıl kıvıl sahte sükunetle.
Eninde sonunda anlamlı bir barış sağlanabilecekse, arada bir olsun tartışmak, o orta yol, hiç tartışmamaktan daha iyi galiba yakın ilişkilerinde. Ama bu da kindar olmamanın yanı sıra bir parça da iyimserlik gerektiriyor. Buna değeceğine inanıyorsak, emek ve çabayla anlamanın ve anlaşmanın mümkün olabileceğine dair bir tür iyimserlik.
Yaşayan, soluk alan, değişen, dönüşen bir insanın kitabını yazıp defterini düren, not verme bağımlısı hayat çok bilmişleriyle kurulan herhangi bir tür ilişkiden hayır geldiğini pek görmedim. Çok karmaşık görünen olay ve durumları tek cümleyle özetleyen şefkatli insan sarraflarınıysa hep sevdim. Bu aralar taşınmakta olduğum evdeki karşı komşum, Karadenizli teyze öyle biri.
Leonard Cohen’in ölümüne ağladığım saatlerde bana fasulye turşusu getirmişti. Hep öyle anacağım onu. Her yıl elceğiziyle yapıp getirdiği turşunun koca kabını her zaman boş göndermediysem de muadili bir şey verme imkânını hiç bulamadım. Fasulye turşusuyla yarışmak çok zor.
Ankara’dan İstanbul’a taşındığımdan beri, altı yıldır oturduğum bina kasım sonunda yıkılıyor. Yıllardır durmaksızın ertelendiği için artık kimseye pek inandırıcı gelmeyen kentsel dönüşümsel tarih kesinleşti sonunda. Son depremlerin etkisi olmalı.
Zaten taşınmak gerekiyordu, manzarasına vurulduğum bu ev ben ve iki kedim için bir süredir fazlaydı. Şimdi tuttuğum eve sığabilmek için evin yaklaşık üçte birini elden çıkarmak gibi gibi zorlu bir görevle karşı karşıyayım. “Herkes hayatta bir ve aynı ölçüde sadeleşemez, sadelik zaten böyle bir şey değildir,” demiştim bir başka yazımda. Ama gitsin fazlalıklar, hayatta her şey olması gerektiğinden biraz daha zor zaten.
Yazarlar, nereye ne yazarlarsa yazsınlar daima güvencesizlik ve geçim sıkıntısı tehditi altında. Muhakkak başka işler yapmanız gerekiyor. Ki bu konuda da atölye açmaktan dergi teliflerine her şeye laf edilebiliyor, bu hafta Haydar Ergülen’de rastladığım gibi insanlar olmadık açıklamalar yapmaya zorlanabiliyor. Bilgi, donanım sahibi olduğun alandan (üstelik de genelde hak ettiğinin altında) para kazanmanın neresinde fenalık var? Taş mı yesin insanlar? Benim gibi mesleği senaristlik olanlar da üstelik de en iyi anlaması gereken meslek grupları tarafından topa tutulabiliyor zaman zaman. Yıl oluyor 2020, dizi senaristliğini meslek değil hakaret zanneden, okuyan yazan insanlar var ciddi ciddi. Herkesi aynı kefeye koymak haksızlık tabii, sözüm öyle olanlara. Bu “yakından” empatisizliği anlamak çok zor oluyor. Benzer dertlerle boğuşanların birbirine hıncını da. Ne yapalım yani, hepimiz aynı işlerden mi yeterince para kazanamayalım? Ki senaristlik de hiçbir zaman kolay bir iş olmadığı gibi giderek güçleşiyor, oralardan kazanılabilen paralara dair fantezilerin birkaç şanslı örnek dışında gerçeklikle pek alakası yok.
Hep bir birbirimizi anlama, hırsımızı en olmadık yerden çıkarma ve konuşamama problemimiz var. Bir aradan sonra taşınırayak yazınca bu konuya girmeden edemedim. Ama tatlıya, daha doğrusu turşuya bağlayayım.
Karadenizli komşum ancak klasik romanlarda rastlanabilecek tarzda iyi biri. Tahminimce olağan dışı çalışma saatlerimin katkısıyla sabaha karşı istemsizce çarpılabilen kapıların yarattığı bir miktar gürültü kirliliği dışında zararsız bir komşu oldum. Güleryüzlü olmamı seviyormuş, oradan da yırttım. Eşi birkaç ay önce ciddi bir rahatsızlık geçirmiş. Yürüyüşe çıkmadan önce kapının önüne koyduğum çöpü defalarca benden önce görüp atan melek yüzlü yaşlı amca. Teyze altı yıllık komşuluğumuzda bana ilk sitemini o günlerde etmişti. O kadar haklıydı ki.
“Kızım başımıza neler geldi, bir sormadınız…” dedi. Birkaç kuşaktır Üsküdar’da yaşadığı halde koruduğu şivesi gibi direngen bir komşuluk anlayışı da var. O günlerde o kadar çok çalışıyordum ki haberim olmadı, üzüldüm. Hemen affetti. “Ne yapacaksın kızım,” dedi. “Herkes kendi derdine zor yetişiyor artık.”
Yirmilerinde evlendiğinde taşınmış mahalleye. “O zamanlar yürürken kafamı kaldırınca buralar hep benim sanırdım,” dedi. Ne ferahlatıcı bir his. Şimdi elli yıllık eşinin başına bir şey gelse karşı komşusuna ses duyurup duyuramayacağından emin olmamak ne zalimce. Bu yüzden de kaç yıldır yaşadığı bu evden taşınacağına artık pek üzülmüyormuş.
Teyze karmaşık görünen durumları tek cümleyle özetleyebilen bir insan sarrafı. Sevecenliği ve affediciliği ona bu ayrıcalığı sağlıyor. Geçtiğimiz aylarda balkonda otururken apartmanın bahçesinde bir komşuyla konuşmasına kulak misafiri oldum.
Otuz başlarında, çok hoş bir çiftti. Benzer renklerde giyinme naifliğini bir şekilde yakıştıran, apartman dışında hep el ele gördüğüm ahenk muskası bir çift. Pat diye boşanıverdiler, önce adam gitti evden. Taşınma hazırlıkları yapan kadına teyze hiç lafı dolandırmadan sordu.
“Kocan güzel adamdı kızım, niye kaçırdın onu?”
Kadın bir şaşırdı önce, sonra kendini toplayıp “aşk olsun teyze, ben güzel değil miyim?” dedi.
O da tabii güzeldi ama hayat adil değildi; bu devirde iyi, güzel, beyefendi adam bulmak zordu, bulunca kaybetmemek lazımdı teyzeye göre. Teyze bir kere pazardan bir kasa fasulye almıştı da adam sokağın başında yakalayıp kaptığı gibi koşa koşa eve getirivermişti fasulyeyi. (Teyzeyi yumuşak karnından vurmuştu.) Gözümde gayet iyi canlandırabildiğim o jestle anladım, o adamdaki kusursuzluk halinde gerçek olmayan bir şey vardı. Yılda sadece birkaç saatinizi ayırarak civardaki herkese kendinizi sevdirecek bir jest yapabilirsiniz, bu da sizi iyi bir insan değil iyi insan taklidini iyi yapan biri yapar. Uzaktaki insanlarda ne tür bir izlenim bıraktığımız kadar yakınlarımızı ne halde bıraktığımız da önemli bu iyilik müessesinde.
Kadın lafı uzatmadı,”Başta öyleydi… Anlaşamadık sonra. Oluyor işte, hayat…” dedi.
Teyze güzel ela gözlerini kıstı. “Ona bir şey oldu,” dedi. Bununla ne kastettiği o kadar açıktı ki. Teyze elini kadının omzuna koyup tekrarladı. “Ona bir şey ol-duu! Neyse, üzülme sen güzel kızım, geçer.”
Hayat böyleydi artık işte, ahenk muskası çiftlerin arasına bile bir anda ”dünya” sızabiliyordu. “Kimse önüne bakmıyor artık,” dedi, “daha iyisi var mı” diye fıldır fıldırdı gözler. Yaşlı eşinin rahatsızlığından haftalarca komşularının haberi olmayınca yıllardır oturduğun mahallenin değil apartmanın bile sana ait falan olmadığını anlayabiliyordun. Hiç yıkılmayacağını sandığın binalar eninde sonunda yıkılıyordu. İşin fenası artık bunları o kadar takmıyordu. Teyzeyi de bu yeni, pis dünyamıza alıştırmıştık biraz.
Hepimizin hayatını kuşatan onca haksızlık karşısında bunların devede kulak kaldığından teyzeye nasıl bahsedeyim? Herkese bir şeyler olduğundan, bir ömür “insan kalmanın” ne denli zorlaştığından… Aşkı, sevgiyi bulup korumanın nasıl çelik gibi bir inanç gerektirdiğinden, dünyanın bitmek bilmez çelmeleri arasında hepimizin hayatta kalma rehberinin ilk maddesinin gerçek manada hayatta kalmak olduğundan… Ancak böylece dünya bir tık daha iyi, güzel bir yer olsun diye çabalamaya devam edebileceğimizden. Onun bu görece korunaklı küçük, dizi seti dünyasını daha da karartmaktan neye yarar ki bunlardan bahsetmek? Becerebilirsem taşınmadan kahve içmeye davet edeyim, kurabiye işinde fena değilimdir.
Kitap söyleşileri ve festivaller için koşturup durduğum, leyleğin havadan hiç inmediği son bir- iki ay boyunca buradaki yazılarımı biraz ihmal ettim. Söyleşilere gelen, yazan, son yazının tarihini hatırlatan, “şu konuda yazmayacak mısınız?” diye soran okurlara öyle minnettarım ki. Yazarlar hakkında söylenenlere fazla kulak asmayın, genellikle göründüklerinden çilekeş insanlardır. Zor iştir yazmak, zor. Bu türden sevgi, iyi insanlar, beklenmedik anda karşınıza çıkan fasulye turşusu ve kelimelerin dünyayı değiştirmeseler de bir yerlerde karşılığını bulabileceğine inanç olmasa, daha da zor. Taşınmak bir şey değil, yeni bir eve az çok kendimiz kalarak varabilelim, dilerim. Salı günü heybede birikmiş konularla döneceğim.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024
'Geleneksel eş' akımı, kirli pembe bir kafes olarak ev 04 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI