YAZARLAR

Diriliş 90’lar: Kredi alan da veren de şereflidir!

Susurluk Raporu'nda kamu bankaları üzerinden kurulan kredi mekanizmasına dikkat çekiliyor ve şöyle deniliyordu: “Ortada Susurluk’un toplamını aşan ürkütücü bir tablo var.” Kastedilen şey, Özal’ın marifetiyle devlete işlemiş bir siyasal aklın kamu kaynaklarını yönetme biçimiydi. Bugün de kamu bankaları üzerinden aynı mekanizma işliyor.

3 Kasım 1996 günü yaşanan Susurluk kazası münferit görünen pek çok olayı, tıpkı bir yapbozun parçaları gibi birleştirdi. Türkiye’nin yakın siyasi tarihini yapı söküme uğratan bu vaka, kısa sürede ‘devletin rutin dışı faaliyeti’ olarak nitelendirildi; yargı ayağı, kriminal sınıra çekilip dosyalar kapatıldı. Seçimlerde AKP’ye oy isteyen Tansu Çiller ve Süleyman Soylu’nun ‘derin gırtlağı’ olduğu söylenen Mehmet Ağar dışında, geriye elle tutulur bir aktör de kalmadı…

Yaşadığımız günlerin fena halde Susurluk’u anımsattığını söylesek, epey bir itiraz gelir herhalde. Zira yargısız infazlarla mühürlenmiş, bürokrasiye ve siyasilere uzanan çete organizasyonlarıyla hafızalara kazındı olay. Daima bu marjda tutulduğu için de 90’lar cehenneminin mitolojisi olmasının dışında, Susurluk’un bugüne dair gerçek bir anlatısı yokmuş gibi görünüyor.

Oysa dönemin Susurluk Raporu’nu yazan Başbakanlık Teftiş Kurulu Müfettişi Kutlu Savaş’ın kaleme aldığı bir paragraf, meselenin siyasi bir kopuşun değil, iktisadi bir sürekliliğin ürünü olduğuna işaret ediyordu. Bazı şirketlerin kredi ilişkilerini incelerken, Susurluk’un toplamını da aşan bir manzarayla karşılaştıklarını söylüyordu Savaş ve “Ortaya ürkütücü bir tablo çıkmıştır” diyordu. Raporun geleceğe de projeksiyon tutan paragrafı şöyleydi:

“Milyonlarca doların ve milyarlarca TL'nin kamu bankalarına dönüşü mümkün görülmemektedir. Bankalar kendi kârlılıklarını azaltma pahasına belli kişi ve firmaları finanse etmiştir. Krediler tam bir bataklıktır… Bankalarda cereyan eden olayların parasal boyutu, kamuoyunun ‘Susurluk’ olarak algıladığı olaylar toplamını aşacaktır. Ve banka olaylarını genel kirlenmenin sebebi veya sonucu değil, hızlandırıcısı olarak kabullenmede isabetsizlik olmayacağına inanılmaktadır. Çünkü kirliliğin hedefi para ve paranın sağlayacağı güçtür.”

124 sayfalık rapordaki bu kısa değerlendirmede ifadesini bulan şey; bizatihi Susurluk’u da doğuran, Özal’ın marifetiyle devlete yerleşmiş bir siyasal ahlakın kamu kaynaklarını yönetme biçimiydi. Devasa çarkın artıklarından beslenen birkaç kişi, meşhur ayrandan içmek için mola vermeseydi eğer, toplumu kuşatan zorbalığın neyin zırhı olduğunu belki de bu denli açık göremeyecektik. Dolayısıyla mitolojik anlatının canavar figürü Ömer Lütfü Topal tarihe karıştı ama, dönemsel ihtiyaçların bir aparatı olarak onun gibileri de yaratan kirli havayı solumaya devam ediyoruz. Nasıl mı? Gelin Susurluk’tan bugüne bir bakış atalım…

***

Çehov’un siyasi metaforlar için de sık kullanılan popüler sözüdür: “İlk sahnede duvarda asılı bir silah varsa, oyunun sonunda mutlaka patlar.” Kutlu Savaş’ın sözlerini akılda tutup, “sahnede kamu bankaları varsa eğer…” diyelim ve devam edelim.

2001 krizinin ardından özel bankalar büyük oranda yabancılaştırılarak küresel finansal kurallara bağlandı. Kamu bankları ise her türlü siyasi harcamanın içine atıldığı bir çuvala dönüşmüş ‘görev zararlarından’, IMF’nin mali disiplini altında, fatura halka kesilerek kurtarıldı. Lakin 2009’lardan sonra iktidarın borçlanma yoluyla hem büyümeyi, hem de siyaseti finanse etmeye başlaması kamu bankalarının rotasını değiştirdi. Mega projelere finansörlükten tüketimi artırmak için kredi havuzu kurmaya, seçim vaatlerinin kasası olmaktan kura karşı cephane üretmeye kadar her göreve seferber ediliyorlar artık. Şimdi de işsizliği kredi vererek çözmeye soyundular. Siyasetin tüm maliyetini üstleniyorlar; sahnede baş rol tamamen onların üzerine kuruluyor.

Peki siyasetin hoyratça kamu kaynağıyla finanse edilmesinin dünden farklı sonuçlar doğurması mümkün mü?

Önce tablonun bankacılık açısından kısa bir bilançosunu verelim: 2017’de mevduat bankaları 252 milyar lira kredi dağıtırken bunun 120 milyar lirası kamu bankalarınındı. 2019’un 10 ayında ise dağıtılan 112 milyar liranın 111 milyar lirası kamudan. (Karar gazetesinden İbrahim Kahveci de bugünlere bakınca 90’ları gördüğünü anlatan bir yazı kaleme aldı.)

Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin gibi iktidara yakın şirketlere dağıtılan milyarlarca dolarlık kredileri hesaba katmadan soralım: Mevduat faizinin 3-4 puan altında kredi vermek finansal açıdan mantıklı mıdır? Değil ki, Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hasan Tuncay, “Bu seneyi kâr yılı değil, ar yılı ilan ettik” diyordu.

AKP’liler kafiyeyi pek sever zaten. İngiliz yazar Laurence Sterne’ün, “Böyle kelime oyunu yapan, yankesicilik de yapar” sözünü bir kenara not edip, şimdi de 90’larla paralel bazı örnekleri hatırlayalım. Bankalar Varlık Fonu’na geçmeden önce yapılan kısıtlı bir Sayıştay denetimi dahi, manzaranın o günlerden aşağı kalır yanı olmadığını gösteriyor.

*Bugün Varlık Fonu yönetiminde de yer alan TBB’nin Başkanı Hüseyin Aydın, Ziraat Bankası’nın başındayken TBMM KİT Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, 2010’da ORA AVM’ye aktarılan 270 milyon Euro’luk batık kredi için şöyle diyordu: “Araya siyaset falan, bir takım şeyleri sokmuşlar.”

Bu kredinin, Emlakbank’ın başındaki Engin Civan’ın karıştığı 90’lardaki kredi skandalından farkı nedir? Silahların patlamamış olması mı?

*Aynı Aydın, Demirören’in Hürriyet’i alması için 700 milyon dolar kredi verilmesini ise ‘ar yılı’na benzer formülle açıklıyordu: “Paramız vardı verdik.” Halkbank’ın başındayken de Sabah-ATV için kredi açtıklarını söylüyordu.

Bu kredilerin Dinç Bilgin’in 90’larda Emlakbank, Halkbank ve Vakıfbank’tan Sabah için çektiği kredilerden farkı nedir? Verenle alan elin değişmesi mi?

*Üç kamu bankasının, çoğunluğu havuz medyasına olmak üzere 2009-2014 arası harcadığı reklam parası 1 milyar lirayı aşıyordu. Denetim olmadığından şimdiki rakamı bilmesek de, 31 Mart-23 Haziran seçimleri arasındaki kısa sürede iktidara yakın altı basın kuruluşuna 260 adet reklam verilmesi, bir fikir veriyordur.

Reklam pastasının dağıtımında siyasi kriterlerin kullanılmasının 90’lardan farkı nedir? Doğan’a değil de Albayrak’a gitmesi mi?

*2011’de Hazine arazisini teminat gösterip 450 milyon lira kredi çeken yandaş şirket, üzerine bir kredi daha alıp batık borcunu 800 milyon liraya çıkarmıştı.

90’larda Eximbank’tan Topal’ın otellerine üst üste verilen kredilerden bunun farkı var mıdır? Topal’ın bilinip, bu şirketin adının gizlenmesi mi?

Daha fazla örnek de sıralanabilir ancak, Sayıştay’ın 2014 raporundaki şu değerlendirme vakaların münferit olmadığını gösteriyor: Daha önceki yıllarda çektikleri kredileri ödemedikleri ve zarar açıkladıkları halde aynı şirketlere kredi verilmeye devam edilmiştir.

Her şey bir yana, başlı başına Rıza Sarraf olayı en az Susurluk’taki kadar tahripkar bir kazaydı. Nasıl kapatıldığını ve olaya bulaşanların aldıkları terfileri görüyoruz.

***

Demirel’in “Kim ne veriyorsa beş fazlası benden” sözlerinin veya Çiller’in yarattığı borç batağının iktisadi sonucu 1994 krizinde, toplumsal sonucu ise Susurluk’ta açığa çıkmıştı. Bir elmanın iki yarısı gibi, tarihte siyasetin finansmanının yol açtığı faturanın bütününün bu denli berrak göründüğü anlar nadirdir. Devlet sapır sapır dökülürken bir Mercedes bile iş görür de; devletin tek partiyle kaynaştığı, denetim yapılarının tasfiye edildiği, basının susturulduğu bir dönemde bin Mercedes de kaza yapsa, her şey ‘rutin faaliyet’ olarak yürür.

Oysa 90’lardan daha ağır bir yozlaşma yaşanıyor. Bunu söylemek için, kamunun en değerli kuruluşlarının bulunduğu Varlık Fonu’nun denetim dışı bırakılması yeterlidir. Az çok yargısal ve siyasal denetimin olduğu zamanlarda, türlü yolsuzluğun kaynağına dönüşmüş kurumların bugün tertemiz kaldığının yegane güvencesi, tek bir adamın ve damadının sözü olabilir mi?

Ne yani, AKP iktidarında her kredi alan da veren de şerefli mi?